17.5.24

Mevsimler’in Yazarın Peter Bichsel’le Söyleşi

 



Bu söyleşi, yakın zamanda Mevsimler isimli eseri Ketebe Yayınları etiketiyle yayımlanan Peter Bichsel ile 2019 senesinde yapılmış ve Music & Literature No. 9’da okurların karşısına çıkmıştır. Söyleşiyi gerçekleştiren Martin Ebel şunları söylüyor: “Peter Bichsel ile buluşmak istiyorsanız, bolca zamanınız olmalı ve söyleşinin çoğunun bilinen bir söyleşi gibi gerçekleşmeyeceğini bilmelisiniz. Benim onunla tanışıklığım, Bichsel’in memleketi Solothurn’daki Kreuz adlı birahanede başladı. Bichsel artık seksen iki yaşında ve yazmayı bırakmış durumda. Son elli yıl boyunca, onlarca hikâye kitabı ve binden fazla köşe yazısı yayımladı. Eserleri yeniden yayımlanmaya, okunmaya ve yeni nesil okuyucular tarafından keşfedilmeye devam ediyor, hâlâ aktif bir yazar olmadığını kimse söyleyemez yani. Şimdiye kadar kimsenin Bichsel hakkında kötü düşündüğüne rastlamadım. Belki bugün yaşından dolayı temposunu kaybetmiş olabilir fakat düşüncelerinin eski günlerdeki gibi keskin olduğunu söylemeliyim.” Martin Ebel farklı bir söyleşi tarzı izliyor; Bichsel’e bazı kısa şeyler hatırlatıyor ve Bichsel’in zihninin derinlerine inmeye çalışıyor. – Tugay Kaban

Günlerin

Genellikle çok sıkıcıdır. Sabah beş ile dokuz arasında kalkar ve yemek yapmaya başlarım. İki üç kişilik yemek pişirir ve yerim, ardından genellikle gün boyu başka bir şey yemem, belki sadece küçük atıştırmalıklar. Sabahları huysuz olurum; bir şeyler konuşabilmem uzun zaman alır. Evet, aslında sabahları depresif oluyorum. Akşamları tam tersi. Yemek pişirmek, hayatı onaylayan bir eylemdir; yavaşça kendine gelmenin harika bir yolu gibi.

Yazmak ve Yazmamak

Hiçbir zaman bir yazma ritüelim olmadı. Her zaman kendime yazmayı emretmek zorundaydım. Bu yüzden, başkası bana yazmamı emrettiğinde her zaman mutlu oluyordum. Hiçbir zaman tutkulu bir yazar da olmadım. Yazmak benim için bir gereklilik değildi. Yazmayı bıraktığımda onu özleyebileceğimi düşünüyordum. Özlemiyorum. Sadece alışkanlıktan dolayı çalışma odamdayım. Artık yazmaya ihtiyacım yok.

Okumak

Okumak, bana, yazmaktan hep daha önemli göründü. Çok okudum ve bundan müthiş keyif aldım. Ancak artık yorucu bir hâle büründü. Göz felci geçirdim ve bu yüzden artık pek fazla okuyamıyorum, sadece daha önce okuduğum ve tekrar okumak istediğim şeylere dönüyorum. Mesela Goethe'nin Wilhelm Meister'in Çıraklık Yılları. Mesela Jean Paul. Ama artık onları bile küçük dozlarda alıyorum. Bu eserleri daha önceden okumuş olduğum için mutluyum, içlerinde dolaşabiliyorum bu yüzden. Bugün o kitaplardan birini okusam ve bir cümlede dursam, o cümleyi ilk okuduğumda içinde bulunduğum hâli hatırlayabiliyorum. Beni, okuduğum kitaplardan daha fazla bana hatırlatan hiçbir şey yok.

Diğer Okurlar

Okurken asla yalnız değilsinizdir. Her zaman bir arkadaşınız vardır. Okuyucuların diğer okuyuculara ihtiyaç duyarlar. Bir kitap okuduğumda, onu okuyan başka birini bulmaya çalışırım. Kitabı hiç tartışmayız, sadece derim ki: Harika! Sen de fark ettin mi...? Sokakta birbirlerine doğru koşup kucaklaşan iki kişiyi gördüğümde, ilk düşüncem her zaman: aynı kitabı okumuşlar, olur.

Yaşlanmak

Radyodaki psikologlar yaşlanmakla yüzleşmekten bahsettiklerinde biraz vicdan azabı çekiyorum. Yaşlanmak, pek önem verdiğim bir konu değil aslında. Gençken de gençlikle ilgilenmiyordum. Benim kabilem gençler değil, insanlardı, bu da yaşla ilgili bir şey değil zaten. Bazen yaşlıları gençlerden daha çok severdim. Hâlâ öyle.

Tek korktuğum şey yaşlı insanlarla birlikte yaşamak zorunda kalmak. Ölmekten korkmuyorum, ölümden korkmuyorum, acıdan korkmuyorum, ama huzurevlerinden korkuyorum. Küçük bir çocuk korosunun gelip, neşeli şarkılar söylemesi karşısında heyecanlanmak zorunda kalmaktan korkuyorum. Ve Guggen müziğinin bize serenat yapmasından… Yahut yodel kulübünden… Yodel'i severim fakat huzurevinde yaşlı insanlarla dinlemek istemem.

Yaşlanmakla ilgili tek korkum bu. Çok yoğun bir korku. Bu elbette deneyimlerimle ilgili. Huzurevlerinde çok bulundum ve yaşlı insanların nasıl güçsüzleştirildiğini, orada yaygın olan ırkçılığı deneyimledim. Irkçılık, bir grup insana ortak özellikler atfedildiğinde başlar: Yahudiler çok zekidir; Yahudiler kurnaz iş insanlarıdır. 'Gençler', 'çocuklar', bunlar aslında ırkçı terimlerdir. Ve 'yaşlılar', bu da ırkçı bir terimdir. Yaşlılar sadece yumuşak yiyecekler yiyebilir, yaşlılar fazla tuz tüketmemelidir, erken yatmalıdırlar ve daha fazla su içmelidirler. Bu, ırkçılığın başlangıcıdır.

Bu gruba dâhil olma niyetim yok. Bunu reddediyorum. Ama yaşlı olmayı seviyorum! Görüyorsunuz, yürümek acıtıyor, bir bastona ihtiyacım var, şu mesafeyi yürüyüp yürüyemeyeceğimi düşünmem gerekiyor. Yakında yeni bir kalça protezi takılacak ve eğer bir sorun olmazsa, eminim bir şeylerin eksik olduğunu hissetmeye başlayacağım. Bastonuma alıştım.

Diğer Yaşlı İnsanlar

Bu şehirde aslında, kendi hayatımdan değil, diğer insanların hayatlarından dolayı acı çektim. Şimdilerde, gençken tanıdığım bazı yaşlı insanları sokakta görüyorum. Onlardan biri misal, çılgın fikirleri olan delinin tekiydi; artık o, bir burjuvanın özeti bence. Acı bir eski burjuva. Onun yaşantısını kaldıramam. Böyle insanlarla birlikte olmak ve onlarla yaşlanmak genellikle büyük bir yük olur. Gerçekten harika insanlarla da tanıştım, bir tanesini düşünüyorum mesela, harika bir insandı, büyük şeyler yapacağına emindim, bir gün tüm dünya adını bilecekti bence fakat bunların hiçbiri gerçekleşmedi. Bu beni üzüyor.

Çalışmak ve Değer

Beklediğimden çok daha fazlası. Ve kesinlikle hak ettiğimden daha fazlası. Kendimi son derece abartılmış olarak görüyorum. Gerçekten. Ünüm yazdıklarımla pek alâkalı değil. Yuvarlak küçük gözlüklerimle veya şeytan bilir neyle alakalı. Kendimi övmüyorum. Kimse beni, ‘yeteneğimi sömürmekle’ suçlayamaz. Sadece, belki de benim kadar önemli olan bazı insanların önünde durduğumu düşünüyorum, bu da beni pişmanlığa sürüklüyor.

İsviçre

İsviçre'nin, başına hiçbir şey gelmeyeceğine inanmasını, tehlikeli buluyor ve İsviçrelilere şunu söylemek istiyorum: dikkat edin, bize de bir şeyler olabilir. Popülerliğimizi abartıyoruz. Gücümüzü abartıyoruz. Haritadaki belirgin küçük iğnemizin üzerinde yaşamaya devam ediyoruz fakat bu ne kadar sürebilir? Banka sırlarıyla da gördük: Bir yıl önce, insanlar banka sırlarının onlara zarar vereceğini söylüyordu. Şimdi sadece İsviçre vatandaşları için banka sırlarımız var. İsviçre hükümeti, kendi vergi kaçakçılarını savunmak için bütün gücünü kullanıyor.

1968

1968 benim için önemli bir tarihti, 68'li olmayı özlüyorum. O vakitler genç insanlar, aslında sadece, okuldaki öğretmenlerinin kendilerine yalanlar söyledikleri bu harika İsviçre'yi tasarlamaya çalışıyorlardı; harika demokrasisi ve harika bir sosyal sistemi olan bu harika İsviçre’yi…

Yaşlılık Bilgeliği

Sana ne diyeceğimi bilmiyorum. 'Deneyim her zaman fikrin bir parodisi gibidir’ yazıyor duvarda. Bu söz, Goethe'nin İsviçre'ye ilk seyahatinde tuttuğu notlarından. İşte o İsviçreli Bünzlis Goethe'ye bunu düşündürdü. Yaşlılık bilgeliğine inanmıyorum. Hiç yaşamadım da. Deneyimlere gençler sahiptir, yaşlılar değil. Deneyim aktif bir şeydir, yaparsınız. Çok sayıda zeki, genç insanımız var. Bilge genç insanlar. Ve tuğla gibi aptal yaşlı insanlar. Yaşlanarak deneyim kazanmazsınız. Bildiğimiz ve saygı duyduğumuz tüm o filozoflar, otuz veya kırk yaşında ölen o yazarlar, acaba seksen yaşında daha bilge olabilirler miydi? Hayır.

Ölüm

Kendi ölümümden değil, başkalarının ölümünden korkuyorum. Çoğu zaten gitti. Sonra, kafanızda, ölmüş arkadaşlarınızla konuşmaya başlıyorsunuz. Hatta ölmüş arkadaşlarınızla kötü ilişkiler bile geliştirebiliyor, onlara karşı çıkabiliyorsunuz. Bir tür savunma bu. Ve elbette, sizi terk ettikleri için bir tür öfke yansıması.

28.4.24

Notlar

Hollywood.

Aşkenaz Yahudileri.

Şarlo asıl Yahudileri mi güldürmek istiyordu?

Modern Zamanlar'da Ford'u mu eleştiriyordu?


-


Dergi dosya konusu: Türk Edebiyatı'nın Sermayesi Var mı?

19.4.24

Modern İnsan’ın Gürültüsü


Yakın zamanda Michel Serres'nin Parazit isimli eseri hakkında bir inceleme yazmıştım. Bu ara Ezra Pound'un Machine Art - Makine Sanatı isimli eserini okurken, Parazit'te Serres'nin üzerinde durduğu 'gürültü' hakkında, Pound'un da genel de gürültü, dar çerçevede ise makine gürültüleri üzerinde söylediği şu paragrafa denk geldim.

"Fütüristler gürültünün, makine gürültüsünün izlerinin peşinden, muhtemelen Schumann’ın tarzıyla, gitmişti. Benim için mesele bir makine gürültüsünden etkilenip, alıp sonra bunu bir konser salonunda yeniden üretmek ya da daha fazla gürültü yapmak değil, elde ettiğimiz gürültüyü bestelemek ve yönetmek." 

'Gürültü'nün parazitleşmesinden, bestelenmesine bir düşünce ağı kurmak tam olarak modern insanın yapabileceği bir şey. 'Modern İnsan' konusunda ise yakın zamanda, bir diyalog esnasında aklıma gelen şu şeyi de ekleyeyim: Baudelaire modernizmin babası olarak kabul edilir. Meşhur bir mısraı vardır Baudelaire'in, "Sanki bin yıl yaşadım, o kadar hatıram var!" Bu mısra gerçekten modern hayatın kıskacı arasında kalmış her insan için geçerlidir. Hatıraların kemmiyetlerinin mi yoksa keyfiyetlerinin mi üzerinde durur modern insan?

Ve bir de

- Kalemin gürültüsü nasıl duyulur?

16.4.24

New Directions'ın Kuruluşuna Dair Dipnot

 


Fotoğrafta gördüğünüz kişi dünyaca ünlü yayınevlerinden New Directions'ın kurucusu James Laughlin IV. Bu isme ilk önce Ezra Pound hakkında yazılan bir kitabın son okumasını yaparken rastladım. İsmin sonundaki roma rakamıyla yazılı 4'ün hatâ olabileceğini düşündüm çünkü biraz garip görünüyordu. Nihayetinde James'in ortaçağda yaşayan bir kral olmadığı belliydi. Yanlışlık olup olmadığını araştırırken Laughlin soyadının, -bir kral soyu olmasa da- güçlü soyağacına sahip bir aileye ait olduğunu öğrendim. 4. James, Laughlin ailesinin -kısa süren araştırmalarım sonucunda öğrendiğim kadarıyla- dede James Laughlin'in ismini kullanan dikkat çekici son aile bireyiydi. Zengin bir ailenin ferdi olan 4. James, diğer aile bireylerinden farklı bir alana yönelmek istiyordu. O alan, şiirdi. Harvard'daki öğrenimini yarıda kesip, şair olma isteğiyle Avrupa'ya gelince, orada Ezra Pound ile tanıştı ve Pound'dan bir süre sonra şu sözleri duydu: "Şiiri bırak ve paranı bir yayınevi kurmak için harca!" Şiiri bırakmadığını biliyoruz fakat bir yayınevi kurmaktan da geri durmadı. Connecticut'ta teyzesinin evinden yönetmeye başladığı New Directions, bugünlere kadar nâmını arttırarak gelmiştir. Bu hikâyedeki en önemli nokta ise aslında, Pound gibi bir şahsiyetin, edebiyat dünyasındaki etkilerinin ne kadar fazla olduğudur.


23.3.24

Orhan Pamuk'un Babasının İkinci Bavulu

 


Babamın Bavulu. Nobel konuşmalarına meraklı olanlar yahut Orhan Pamuk külliyatını bitirmeyi kafasına koymuş insanların bu eserden haberdar olmamaları veya en kötü ihtimalle şöyle bir göz atmadan geçmiş olmaları pek mümkün değil. Eseri satın almak için uğraş sarf edemeyecekler adına bu cümlenin ardına küçük bir sürpriz bırakayım. Sürpriz için tıklayın. Bu konuşmayı ilk okuduğumda, anlatılmak istenenleri pek de benimseyemediğimi söylemeliyim. Çok zorlama bir uğraş gibi görünmüştü gözüme. Gerçi çok sonraları karşılaştığım hiçbir Nobel Edebiyat Ödülü sahibinin ödül konuşmasını samimi bulamadığımı da itiraf ediyorum. Hatta bir tanesini tercüme dahî etmiştim. Bana en samimi gelen konuşma, Beckett'ın ödül törenine katılmadığı ve bu sebeple de yapmadığı ödül konuşmasıdır.

Konu dağıldı. Pamuk'un babasından aldığı o bavulun içi, seyahat ve edebiyat kokmaktaymış anlattıklarına göre. Fakat Pamuk'a, yazmak için rahatlık sağlayan bir başka bavulun varlığına dair bir düşünce uyandı geçenlerde kafamın bir yerlerinde. O diğer bavuldan Pamuk'un bahsetmediğinden eminim. Hatta kafamın bir yerlerinde uyanan o diğer bavul düşüncesine kendinizi çok kaptırmazsanız, siz de benim kadar emin olabilirsiniz. Peki, o diğer bavulun varlığını bir şekilde kabul etmiş olursak, elimize ne geçecek? Bir rahatlama mı? Mesela, 'ben de babamdan, içinde birkaç tapunun ve bir miktar paranın saklandığı bir bavulla tek başıma bırakıldığımı bilseydim, rahatlıkla yazar olabilirdim' diyerek bir rahatlama yaşayabilir miydik? Paranın her şey olmasa da çok şey olduğunu düşünüyorsak, yanlış bir söylem olmayabilir bu. Düşünsenize, içinde ileri yaşlarınızda medar-ı mâişet konusunda kafanızı rahatlatacak metaların yer aldığı bir bavulla yazar olmak için bırakılmışsınız. Düşününce bile mutlu edecek kadar iyi bir pensée.

Elbette böylesi bavullarınız var diye Nobel alacaksınız diye bir şey yok. Bu noktada işin içine çok başka şeyler giriyor. 


18.3.24

Fenerbahçe'nin Ligden Çekilme Durumu Üzerine

 


18 Mart 2024'te Fenerbahçe adına, tarihî açıdan çok ciddi bir kırılma yaşanmıştır. 2 Nisan itibariyle oy birliği neticesinde, Süper Lig denilen bataklıktan çekilme kararının alınabileceği durumu belirginleşmiştir. Bir Fenerbahçeli olarak bu çekilme kararının kesin bir şekilde gerçekleşmesi gerektiğini düşünüyorum. Özellikle son 10 senedir Fenerbahçe aleyhine gösterilen bütün gayretlerin karşılığında, çekilme dışında yapılacak hiçbir şey ciddi duruş kalmamıştır. Çekilme kararının karşısında duran hiç kimsenin gerçek bir Fenerbahçeli olduğuna inanmıyorum. Fenerbahçe'yi bu karardan uzaklaştırmak için çalışan hiç kimsenin de Fenerbahçelileri dikkate aldığını yahut sonraki zamanlarda alacağını düşünmüyorum. 2 Nisan 2024 tarihi Fenerbahçe'nin ikinci kuruluş yılı olacaktır. Bu kararın ardını arkasını düşünen samimi Fenerbahçeliler ise şunu bilmelilerdir ki 'Karşılaşılacak bütün kötü durumlar, karşılaşmış olduklarımızın yanında uçurumda mertebedir!'

İyi ki Fenerbahçeliyim!

7.3.24

Marslı Filminin Düşündürdükleri

 



2015 yılında yayınlanan bir film. Uyarlandığı kitap ise 2011 yılında yayımlanmış. Ben 2024 yılında izleyebildim. Katarsis yönünden benzerlerinin yoluna sâdık. Kitabı okumadım fakat yazarını tanıdığım için basit bir anlatımı olduğunu düşünüyorum. Edebiyat olarak içinde bulunacak pek bir şeyin olmaması kuvvetle muhtemel. Filmin ben de düşündürdüğü şey ise şu oldu: Nasreddin Hoca'nın o meşhur hikâyesi, hikâye olarak anlatılamayacak kadar gerçek. Hani bir adam, evi artık küçük geldiği ve ailesiyle içine sığmadı için Hoca'ya gelip ondan akıl ister, Hoca'da sırasıyla ahırındaki hayvanları evine taşımasını söyler, nihâyetinde adam o kadar bunalır ki Hoca'nın bu tavsiyesinin neticesinden, "Hocam evim ahıra döndü" yakınmasıyla son bir tavsiye için Hoca'ya gittiğinde, Hoca, "şimdi evindeki bütün hayvanları ahıra geri koy" der ve adam denileni yapınca büyük bir aydınlanma yaşar, "meğer bizim evimiz ne kadar geniş ve büyükmüş" der. Dünya'da olmanın, sağlıklı olmanın kıymeti, onları kaybetmediğimiz müddetçe tam olarak kavranılamıyor. Filmin sonunda, nihayet Dünya'ya dönebilen adam bir bahçede otururken, o sahneyi durdurup kendi kendime şunu söyledim, 'Bu Dünya'da fakir olsan da evsiz olsan da ne olur ki? Sağlıklıysan ve ağaçların altındaysan, yetmiyor mu bu sana?' Yetmediğini hissettiren bir anlayışın ördüğü bir hayatın içerisindeyiz çoğumuz.