Çifte Açmaz Vesilesi İle Günümüz Şiirinin Kusturulması Mevzuu

[Bu yazı 2017 senesinde yayınlanmıştır. Yazının bazı noktaları kendi zamanına dair anektodlar içermektedir. Yazının yeniden yayınlanmasının saikleri, muhasebe ve muhakemeleri güçlü okurlar tarafından rahatlıkla anlaşılabilecektir.]


• Dilek Kartal’a ait, İz Yayıncılık tarafından basımı yapılan Çifte Açmaz adlı eser, metin boyunca ‘ÇA’ biçiminde kısaltılarak yazılmıştır. Müellif, eser, matbû sorumluları için, bu eleştiri yazısı boyunca herhangi bir itham minvalinde söz kullanılmamıştır. Bu şekilde algılanacak harf, kelime, cümle, paragraf yahut topyekûn yazının kendisi için; istirham ile yazıyı bir daha okumalarını ve insaflı davranmalarını istemekten başka yapabilecek bir mücadelemizin olmayacağını; fakat yapabilirler ise, yazımıza muhâlif, cevap niteliğinde yazılar yazmalarını, daha konumuza giriş yapmamış olmamıza rağmen ahvâlimizi muhafaza ederek beklediğimizi şimdiden söylemek istiyoruz.


• Günümüz şiirinin, gayet belirgin iki noktasını söyleyerek, mevzuun aslına, yani şiirin kusturulması meselesine giriş yapmanın uygun olacağını düşünüyoruz. Bu iki noktaya A ve Z isimlerini verelim. A noktası tahrik, Z noktası ise şaşırtma kavramlarını tanımlasın. Bu kavramlar üzerinde ayrı ayrı durursak yazının zaten uzun olan boyunu iyice uzatacağı düşüncesi ile okuyucudan; kavramlar üzerinde kendi izlenimleri ve görüş açıları ile ve şahsî sermayeleri neticesinde düşünmekle kalmamalarını, gerekirse ellerine aldıkları bütün şiirleri bu kavramlar ışığında incelemelerini istirham ediyoruz. Bu kavramların yoğun olduğu şiirlerin; insanın kendi insanî kemâllerini arama yürüyüşünde, kendilerine karanlık bir yol sunacağını üzerine basarak dile getirip, dikkatlerini celb etmek isteğimizi de ayrıca belirtelim.


• Şair denilen insan; gördüklerini yahut görmek istediklerini şiir olarak ortaya koymadan evvel, gördüklerinin yahut görmek istediklerinin tanığı olmalıdır. Bu kısımda ‘şiir olarak ortaya koymak’ çabasına dikkatlerimizi yoğunlaştırmalıyız. Görülecek veya görmek istenilen şey ne olmalı? Diyelim ki; öldürülen Hintli bir bebek var. ŞAİR, bu bebeğe dair iyi/acı/ umut hissiyatın da/fikriyatın da bir mısra kaleme almadan evvel, o bebeğe tanık olması icab etmektedir. Bu tanıklık nasıl olur peki? Sıtkı Tarancı bir mektubunda şunları yazıyor: “İstiyorum ki, her şiirde bütün bir hayat tecelli etsin. Hissolunsun ki, şair onu yazarken göğsünden bir şeyler koparmış ve o şiirin içine koymuş.” Nasıl? BBC, AA ve sair haber siteleri yahut TÜİK, TDK benzeri kurum kuruluş metinlerini okumak, tanık olmak değildir demek istiyor Tarancı… Bu bahsin bir benzerine aşağıda yer vereceğiz.


• Modern hayat dedikleri, gelmiş ve gelecek olan zaman dilimlerinde ortaya çıkarılan izmler, tabiatı anlamlandırmak ve onu bilimin kontrol edebileceği nesneler hâline döndürmek uğraşındadırlar. Bu tabiat, yalnızca çiçek ve böcekten oluşmamaktadır elbette. Kalp ve ciğerden de oluşmaktadır. İşte bu imde, ortaya yeniden, ŞAİR ve onun şahsî tabiatı çıkmaktadır. ŞAİR; kendi tabiatını ve yaşadığı doğayı anlamlandırmak (tarif etmek yahut betimlemek değil; tarif ve betimleme, öykü ve roman sanatının çalışma alanına girer) ve onları, bilimin yönettiği cisimler hâline döndürmemek için şiir söyler. (Tabiat mevzuunda daha geniş görüşlerimiz için Batı Savunması Yazıları adlı eserimizi inceleyebilirsiniz.)


• Şairin eşya ile münasebeti nasıl bir târik üzredir? Günümüz insanı eşyayı, çeşitlilik bakımından atalarına karşın daha çok kullanmasına rağmen, eşya ile aralarındaki bağ, cedlerinden daha kopuktur. Peki, ŞAİRin eşyadan kopukluğu ne mânâya gelmektedir? Misal resim sanatında; Kübizm ile resmin, eşyadan kopuşu gerçekleşmiştir. Şiirde de eşyadan kopuş bir akım ile mi gerçekleşecektir? Hayır. Şiir izmler ile vücud bulmaz. (Fakat izmler insanlar ile vücud bulur; lâkin şiir hariç diğer sanatlarda; izmler evvelce eseri sonra sanatkârı tanımlar.) Demek ki? Şiir, şairin vasıfları ile vücud bulur. Yani? Şiirin eşyadan kopuşu, ŞAİRin eşyadan kopuşu ile gerçekleşir. Tabii bir kopuşun gerçekleşmesi için evvelden bir bağ olması icab ettiği açıktır. İşte bu maddenin sonunda, ÇA eserini de mevzuumuz içerisine tam olarak dâhil ederek, şiirin kusturulma aksiyonunu(!) canlı olarak göstermeye başlayalım.


• Bugün ne kadar samimi olursa olsun, hiçbir şair -Dante’ninkine benzer bir yeteneğe sahip olsa bile- İlâhi Komedya’yı yeniden yazamaz. Zira uzak görüşlülük ve semboller, bizim açımızdan, şiirin yazıldığı vakit için sahip oldukları hızlı ve kuşatıcı gerçekliğe artık sahip değillerdir. Önemli iki cümle… Bu maddede, bu iki önemli cümleyi ve üzerlerinde direk olarak bir şeyler söylemeyerek, yazının bu kısmında bekletmeyi önemli buluyoruz.


• Akıldışı bir uğraş gayet rahat şekilde anlaşılabilir. Mesela bir tesbihtir yapılan… Ruhdışı bir uğraş ne derece anlaşılır? Nasıl şeydir o? Âdemoğlu aklı olması gerektiği yere kadar koruyarak, hayatını kabul görülen bir biçimde yaşar. Aklın belli bir sınırı vardır zira. Buradaki sınır, kullanım bahsi ile alâkadar değil tabii. Peki, ruhun sınırına dair ne söylenebilir? Daha doğrusu topyekûn ruha dair? Burası mühim! Bir kelime var: Şuur. Nedir şuur? Yeryüzünde sürünerek ilerleyen bir mahlûk mu? Böyle ise ne diye kalem aldırsın insanın eline? Kelime aslen Arapça. Bizde kabul görmüştür ki; kendini bilen insandır, ‘şuur sahibi’ olan kimse. Ve bu kimseye de şair denir. Dilek Kartal hanımefendi, ÇA eserinin yayımlanışından sonra katıldığı Şiir Meclisi isimli bir söyleşi sırasında (bu söyleşi ile alâkalı söylenecek birkaç şey daha olacak), ÇA eserindeki şiirlerin (anladığımız kadarıyla çoğu için) erkek ağzı ile yazılmış şiirler olduğunu söylüyor. Garip. Akıldışı bir uğraş değildir bir kadının, erkek ağzı ile yazması. Mâdem öyle ise? Ruhdışı mı diyeceğiz bu garip harekete? Kartal, söyleşinin daha ilk başlarında: “Ben bir kadınım ve şiir yazıyorum. Benim için mesele bu kadar net” diyor. Bizce, bulanık ve net olmayan şey ‘cinsiyetsizlik’. Şuur burada devreye giriyor. İnsanın kendi ruhunun mevcudiyetine dair düşünmesi… Bir kadın ve bir erkeğin ruh muvazeneleri aynı değildir. Aklî melekeleri mümâsil sistematik üzere gelişebilir; fakat ruh dengesi aynı ölçüde benzerlik göstermez. Peki, nasıl olur da, yanından dahî geçmediği bir ‘şeyin’ meseleleri üzerine yazılar yazmak teşebbüsünde bulunur insan? Aslî konu burada şiirdir! Bir roman yahut piyes veyahut öykü içerisinde, bir erkek yazarın bir kadını konuşturması yahut onun düşüncelerini/ anlayış biçiminin tarifini kaleme alması değildir sorun. Şiir diğer sanat dallarından birine benzeyecekse, ne diye vardır? Söz konusu söyleşinin yanlış hatırlamıyorsam sonlarına doğru, sunucu ve Dilek Kartal hanımefendi arasında Cahit Koytak bahsi açılıyor. Bu maddede, o bahsin içeriğine dair (söyleşiyi izleyenler daha iyi anlayacaklardır) Koytak’ın ağzından birkaç iktibas yapmak uygun olacaktır, zira şiirin Koytak için arz ettiği önemin dışında şeyler söylenildiğini düşünüyoruz. Şiir aslîyetini kaybetmez çünkü. Şairler bunu bilirler. Koytak’ın kelimeleriyle kendi şiir meselesi: “En mühim vasfım yazdığım şiirlerdir. Dünyadan, olan bitenlerden bahsetmek bana göre şiirle okur arasına girmek gibidir. Bu sebeple topluluklar içine çıkmaktan imtina ettim ve münzevi bir hayatı tercih ettim. Bu durum biraz da münzeviliği seven tabiatımdan olsa gerek. Lütfen beni anlayınız! Bir şairi en iyi anlatan şiirleridir. Zaten şairin tüm dünyası şiirlerine yansımıştır.” “Ben cazdan yola çıkarak okuyucuyu Allah’ın yaratılış süreçlerine, O’nu bize taşıyan duygulara götürmek niyetindeyim. Bu arada da somut olan caz ile tanıştırmak. Yani mecaz içinde mecaz yapmak… Çünkü cazın ırmakları dediğimizde o ırmağın içinde her şeyin sesi var; renklerin, suyun, insanların, göğün… Biz de o ırmağın içinde akıp gidiyoruz O’na doğru.”


• Şiirin tek ahlâkı dindir. Çünkü din, ahlâkı var kılandır. Ahlâkı ilk var kılan dindir. Gerçeklik siliniyorsa? Şair gerçekliği bulamadığı için, onu, var olduğunu düşündüğümüz/düşündüğü saklı mekânlarda bulmaya çalışmalıdır. Şiirin bir mısra çiziktirmek olduğuna inanmak, en doğru tâbirle ahmaklıktır. Var olduğunu düşündüğümüz şeylerin hakikî ve daha canlı boyutlarına ulaşma gayreti, bir şair için meslek değilse; Bodler yahut Rembo da bizim için şairdir, Dilek Kartal da. Din, tek ahlâkıdır şiirin! Bu maddede; günümüz şiirinde, özellikle ‘muhafazakâr’ cenahın şairlerinin(!) aymazlıkla, pervasız bir şekilde, şuursuzluğunu olabildiğince âşikâr edercesine kalkıştıkları bir meseleye değinmek yerinde olacaktır. Bu mesele, kusturulan şiirimizin en büyük parçalarını dökmektedir ortaya. Misal ile söylenirse; ciğerlerden, böbreklere kadar en büyük sarsıntılarla, bütün için boşaltılması ile gömülmeye hazır bir ceset kalmaktadır ortada. ÇA eserinde de bu aymazlık, bu pervasızlık ne yazık ki yer etmiştir. Edgar Poe’nun şiirleri dikkatle incelenir ise, bir şiirinin başında garipsenebilecek bir epigraf kullandığı görülecektir. Kur’an’dan aldığını söylediği bu epigrafın Kur’an’ın hiçbir yerinde olmaması, Poe’nun zaten kendi inancından başka inançlara hassasiyetinin olmaması ile alâkalandırılabilir ve dikkate alınmaz. Neticede yaptığı hatayı, belki, görmezden getirecek küçük bir şey dahî yapmıştır Poe. Ayet dediği o alıntısını epigraf olarak kullanmıştır. Ya kendi sözcüklerinin aralarında kullansaydı? İşte düğüm noktası! Poe böyle bir şey yapmadı şükür ki, fakat Dilek Kartal bunu nasıl yaptı? Daha doğru bir sual ile: “Dilek Kartal ne cüretle bunu yaptı?” Bu mevzuu olabildiğince olması gerektiği dikkat hudutlarında tutmalı ve bir milim dahî yerinden oynatmamalıyız! Evet, hüküm apaçık! Kimse, ne durumda ve ne sınırda durursa dursun, Allahın ayetlerini, kendi cümleleri, kelimeleri, harfleri hatta küçücük işaretlemeleri arasına dahî yerleştiremez! Mesela Salman Rüşdi’nin Geceyarısı Çocukları adlı kitabında gösterdiği şuursuzluk da, bahsettiğimiz bu ‘şeyin’ aynıdır. Necip Fazıl Kısakürek’in Nur Harmanı isimli eserini okuyan, ‘dikkatle inceleyen’ demiyoruz, dikkatinizi çekeriz, yalnızca okuyan bir Müslüman, hadislere dahî ne derece bir tutumla yaklaşmalıdır bunu rahatlıkla anlar. Hadisler için bile durum böylesine girift ise, ayetler karşısında nasıl bir tutum içerisinde olmalıyız? Bunu düşünememek, aklından geçirememek, şiirle uğraşmanın çok çok çok uzağındadır. ÇA eserinde bu uzaklığı öylesine rahatlıkla görebiliyoruz ki, bu rahatlık bir süre sonra bize küçük bir kızın şımarıklığını yansıtıyor. Kartal, kitabının 74. sahifesindeki ‘zatürre’ şiirinde(!) Nebe Sûresinin 40. ayetini kendi cümleleri arasına sıkıştırarak ne yaptığını sanmıştır? Ayetin Latin harfleri ile yazılmış olması zaten ayrı bir mesele iken, ayeti okumadan evvel ‘Besmele-i Şerif’ mevzuunu ve ayeti okuduktan sonra söylenmesi icab eden sözleri ne yapacağız? Tam da bu ayetin bir şiirde kullanılması ile alâkâlı Türk Şiir Tarihi’nde, büyük şairlerimizden Bâki’nin başından geçen olayları, -şehir efsanesi olarak yer etmiş olsa bile önemine binaen- Dilek Kartal’a araştırmasını ve nihayetinde de Bâki’nin yaptığı gibi yapmasını, salık veriyoruz. Kitabın 23. Sahifesine bakılacak olursa… Şiirin(!) adı ‘tekvîr’. Rahatlıkla anlaşılacağı üzere, Tekvîr Suresinin ismini, yazdığı yazıya başlık olarak vermiş Dilek Kartal. Bu bile içinde bir sürü mevzuu doğuran bir durum olmasına karşın, başlığın altındaki metnin facia olduğunu söylemeden edemeyeceğiz. Buraya örnek olarak dahî yazmaktan hayâ ettiğimiz bu facia üzerine de Dilek Kartal’a, meal çalışmaları üzerine araştırma yapmasını, bu çalışmaların titizliğini anlamaya gayret göstermesini ve bilgisi dâhilinde olmayan meselelerin içlerine girmemesini telkin ediyoruz. Bunların yanında, yalnız ayetlerin değil, Lafza-i Celal’lerin kullanımında da gayretli özeni göstermesini, hatta şiir diye işaret ettiği metinlerinin içlerinde -olur olmaz yerlerde- ve uydurulmuş bir lisanın sönmüş, pörsümüş, çürümüş biçimi çerçevesinde “allasen” gibi Lafza-i Celal’ine idüğü belirsiz harf karmaşaları hâlinde kullanmamasını öneriyoruz. Tercih edecekse de bunlara şiir diyerek kendini kandırmamasını, kendini kandıracaksa da bunu yayımlama yahut yayınlama cesaretini kendinde bulmamasını yoksa tarih tarafından affedilemeyeceğini, belki isminin bir takım çeşitli gayretlerle bu dünyada kalacağını fakat nasıl kalacağını düşünmesi önerisini sunarak bu maddeyi burada sonlandırmayı uygun buluyoruz.


• ÇA 96 sahifelik bir eser. Eserin son sahifesinde, en son şiirin(!) bitiminde şu iki cümle var: “çekilmeden yazılan acılar / çekip vursun bir gün şairlerini!” Zannımızca Dilek Kartal’ı yazdığı metinlerde anlattığı acılar, gerçekten çekip vuracak kendisini. Nereden mi anlıyoruz bunu? Yukarıda bahsettiğimiz Şiir Meclisi programında bir suale Kartal’ın verdiği cevaptan… Sual şöyle soruluyor: “Niye bu kadar önemli acı çekmek siz şairlerde?” Elcevap: “Acı çekmek değil de önemli olan, acının çekilmeden yazılması benim için burada meseleydi.” Acının çekilmeden yazılması meselesi üzerine düşünen Kartal, “çekilmeden yazılan acılar / çekip vursun bir gün şairlerini!” demiş.


• Bu maddeye sözlerimizin sonuna yaklaştığımızı işaret ederek başlayalım. Kitabı muhakkak okuyacaksınız değerli okuyucular, bu sebeple, belki ulaşamazsınız ihtimaline karşın, Dilek Kartal’ın Şiir Meclisi programında, kendisine, şairliğine(!) ve şiirlerine(!) dair söylediği sözlerden birkaç iktibasta bulunalım diyoruz. Dipte köşede kalmış şeyleri de temizlemiş olabiliriz böylece. Bu arada, Kartal’ı haksız çıkarmak yahut kötü göstermek için bunları yazmış diyebilecekler için, aktaracağımız sözleri başlarından yahut sonlarından kırparak ayrı birer konu hâline getirmediğimizi haşiye niyetiyle buraya eklemek istiyoruz. İsteyenler program kaydını bulup izleyebilir, böylece konuşmalar esnasındaki el hareketleri, mimikler hakkında da söylemek isteyip daha sonra vazgeçtiğimiz daha çok ‘basitlikleri de’ kolaylıkla görmüş olabilirler. Şöyle diyor Kartal bir esnada: “Kendi adıma şunu söyleyebilirim en azından; ben dokunmadığım, yaşamadığım, deneyimlemediğim bir şeyi yazamıyorum. Ondan bahsedemiyorum.” Evet, bunu kitabı okuduğunuzda siz de görebileceksiniz diye umuyoruz. Başka bir esnada ise Kartal: “Bir şiir için ortalama bir-iki saat falan, öyle bir şey oluyor.” “Çünkü ben parça parça, işte bugün başladım, bitmedi, bu şiire yarın devam ederim dediğim zaman, o şiire bir daha giremiyorum, içine.” Hmm… İlginç, çok ilginç… Kitabın 42. Sahifesinde “dırdır dilemma” başlıklı bir ‘şey’ var. O ‘şey’e bakıldığında, gerçekten de parça parça yazılamayacak ve bir-iki saatte rahatlıkla bitirilebilecek bir ‘şey’ olduğunu kolayca göreceksiniz(!). Ve zaten birikimle yazılmış şeyler Kartal’ın yazdığı şeyler gibi oluyor. Yani sadece birikimle yazılmış olanlar… Zira Kartal’ın söylediklerinden şiirin ilhâmla yazılmadığını anlıyoruz. Şu sözleri sarf ediyor bu bahse dair: “Şiirin ilhâmla olduğunu düşünmüyorum.” Ne büyük keşif! Değil mi? Milenyumlar boyunca insanlar, çıkıp şiirin ilhâm ile bir bağlantısı olmadığını söyleyecek birini bekliyorlardı. Şükür, Dilek Kartal bu hasretimizi giderdi ve cıvanın dahî imitasyonunun olabileceğini, ilişkisini şiirle ters yönden kursa da, şiirin gücü vesilesiyle gösterdi. İktibasların arasına girmiş gibi olacak fakat Kartal’ın bir şiirinin(!) küçük bir değerlendirmesini, bir benzetme şeklinde yapmak istiyoruz. Şiirin(!) adı ‘enucuzpirlanta.com’. Postmodern şiirin zirvesi mi yoksa bu şey? Düşüncemizi süslemeden açıkça söyleyelim; Itrî yahut Münir Nurettin Selçuk’tan sonra İsmail YK’nın ‘www. bombabomba.com’ adlı çalışması ne ise, Fuzûli yahut Necip Fazıl Kısakürek’ten sonra Dilek Kartal’ın ‘enucuzpirlanta.com’ isimli çalışması da onun mümasilidir. Devam edelim… Daha doğrusu Kartal devam etsin… Bir esnada şunlar çıkıyor ağzından: “Şiir zaten geldiği zaman müziğiyle birlikte geliyor. Yani, o, önce şiir geldi, sonra müzik geldi… İkisi birlikte, bir paket hâlinde geliyor.” İlhâm yok. Geliyor. Gelen şey şiir imiş… Bir de paketleri var bunun sanırız. Şairin şiir hakkında konuşma üslûbuna dair ayrıca bir yazı yazmak icab ediyor gibi… Devam. Bir esnada: “Şiirin… Çok geleneksel bir ifade olacak ama şiirin seslendirilebilir olmasını çok önemsiyorum. Dolayısıyla, yüksek sesle okunamayan şiirleri okumaktan mesela çok keyif almıyorum. Şiir yüksek sesle okunabilir olmalı.” Kesinlikle! Bu sözler nasfetli. Fakat ÇA eserini okuyunca bunun pek de mümkün olmadığını görüyoruz. ‘eksik kalsın’ başlıklı metinde “sahiden / sevemez misin beni / 28 rt, 33 fav alan hikmetler saçmasam” diye bir şeyler söyleniyor. Lütfen “Ellerin, ellerin ve parmakların / Bir narçiçeğini eziyor gibi…” dercesine, Dilek Kartal’ın yazdıklarını bir okuyunuz… Yüksek sesle ama… Devam. Başka bir esnada: “Eğer bahsedeceğim şeyi illâ bu şekilde anlatmam gerekiyorsa ve bunun için o şiirselliği fedâ etmem gerekiyorsa, evet, ben o şiirselliği fedâ ederim!” Yani sanırız şöyle diyor Dilek Kartal hanımefendi: Burada, çürümüş, küflenmiş, rengi atmış, tadı kaçmış bir portakal var, ben onu yemek istiyorum, onu yemem gerekiyorsa, evet, öyle de yerim! Olur mu böyle şey ya hu! Bir de düşünün ki bu sadece bir portakal. Burada mevzuumuz şiir! Renksiz, tadsız, kokusuz, kare bir portakal bile olmayacağına göre, şiir nasıl şiirsellikten yoksun bırakılabilir. Bunu kendine şair diyen birisi nasıl yapabilir? Bir portakal ağacı dahî tarifi bile zorlayıcı öyle bir portakal vermeye kesinlikle yanaşmayacağına rağmen, bir insan, üstelik bir şair nasıl şiirsellikten arındırılmış bir şiir yazabileceğini iddia edebilir! Dalga mı geçiyor Dilek Hanım bizimle?


• ÇA günümüz şiirinin nasıl olmaması gerektiğini anlamamız adına büyük bir önem arz etmektedir. ÇA Türkiye sathında çok satmalı ve bütün şairlerimiz tarafından muhakkak okunmalıdır; evet, zira hastalığa yakalanmaması gereken her beden için, o hastalığın bir miktarı, vücuda evvelden tanıtılmalı ve öğretilmelidir. Düşünce sistematiğini ve fikir helezonlarını korumak adına bu meşgûliyet mühimdir. Bu nedenle, eseri matbu olarak basan yayımevine, ayrıca, bu kısımda bir parantez açarak tebriklerimizi sunduğumuzu dile getirmek istiyoruz.


• Evet… Sözlerimizin sonuna geldik. Bu eleştiri metnini yazmak zorunluluğu olmamasına rağmen, ÇA hakkında evvelden yaptığımız kısa eleştiriyi beğenmeyen, kaldıramayan, anlayamayan insanların ve o insanların içlerinden bazılarının “böyle de olmaz” minvalinde sözleri üzerine, “o zaman böyle olsun” demek için yazdık ve bitirdik. Fakat ÇA için ilk yaptığımız yorumu, burada yeniden dile getirmekten de kendimizi geri tutmayacağız. ÇA eseri bir kargaşalıktan, kokuşmuşluktan, posadan farksızdır ve Türk şiiri için bir anomalidir. Bu eser şiirimizin, bir önceki maddede söylediğimiz üzere, ne olmadığını anlamamız için çok mühimdir. Bu sözlerimizde ne kadar samimi olduğumuzu belli etmek adına, bu yazının yayınlandığı Korkma Mecmuası bünyesinde, parasını verip bizatihi aldığımız 10 (on) adet ÇA eserini, mecmuanın elektıronik posta adresine iletişim bilgilerini gönderen ilk on kişiye, armağan edeceğiz. Saygı ile…