Yarımay – Başka Ne İçin Peki?

Sene iki bin altı. Bahman Gobadi’nin yeni filmi Yarım Ay sinemalarda.


Derler ki. Bir hikâye, ya birinin bir yere gelmesiyle yahut bir yerden gitmesiyle başlar. Gobadi’nin memleketimizde Yarım Ay olarak tanınan filmi de; birinin, ardından da birilerinin bir yere gitmek için çabalamasıyla başlıyor. Ve anlatı boyunca bu çabayı seyr eyliyoruz. Filmin bilinen ismini, yazımın başlığında bitişik olarak yazdım. Zira bu isim ayrıca filmin bütün mevzuunun birleşip düğümlendiği karakterin de adı.


Sene iki bin altı. Saddam Hüseyin ABE askerlerinin idaresi altında, Irak halkının coşkulu nidaları arasında idam edildi.


Derler ki. Bir hikâye, ya birinin ölmesiyle yahut doğmasıyla başlar. Gobadi’nin Yarım Ay filmi; bir devlet yöneticisinin idam edilmesinin ardından başlıyor. Ve anlatı boyunca, idam edilen yöneticinin yaptığı söylenilen yanlış uygulamalarla sıkı bağları olan karakterlerin çabalarını seyr eyliyoruz.


Batı’nın hep barış içerisinde yaşıyor olduğunu söylemek ne kadar büyük bir düşüncesizlik ise, Doğu’nun da hep kargaşa içerisinde olacağını söylemek o kadar büyük bir düşüncesizlik. Peki, bunları kesinlik katmadan, dolaylı yoldan ifade etmek nasıl bir ahvâl?


Bir şeylerin yarım kalması, tamamlanarak gerçekleşmesinden daha iyi olamaz mı? Bir yolculuk hep bir sonuca varmalı mıdır? Bir mûsiki tam olarak nerede başlar? O hangi notadır ki kalınan o yeri bulup oradan bir şeyler devam ettirir? Bir insan nereden başlar? Nereye kadar?


Elbette sual ettiğim soruların cevaplarıyla, Gobadi’nin filminde karşılaşmayacak izleyici. Fakat bir yolculuğa çıkarken neler gerekmez, neler eksik bırakılacak ve ne sormalıyız ki alacağımız cevap bizi artık bir şeyler istemeyeceğim yerlere vardıracak? Gobadi’nin politik yaklaşımı ile bulamaç hâline soktuğu Yarım Ay filmini, kendi şahsî planlarımla yeniden çekip, Gobadi’ye izletmek isterdim. Zira Doğu’nun kendini Batı’ya şikâyet etme eğilimi beni hep kahretmiştir. Keşke filmin anahtar karakterlerinden Mamo’ya ulaşan uyarı, Gobadi’den ayrılıp Gobadi’ye ulaşsaydı.


Filmin tütsülenmiş ve büyülenmiş sahneleri arasındaki boşluklar ki bu boşluklar bence basit ve kaba bir seyr yoluyla filmi izleyen seyircilerin en anlaşılır bulacakları yerler olacak, evet, o boşluklar filmin sonuna doğru, kayıt hâlinde olan kameranın kasetsiz olduğunu öğrenmemizle bir bağlantı oluşturuyor ve asıl seyircisine sanırım bir sır veriyor. O sır benim anladığım kadarıyla ‘unutmanın öğütlenmesi.’ Kayıt altına alınmaması gereken ne varsa, onlar eğer kaydedilmişlerse, onları ortadan kaldırmak gerektiği. Saklı olanı saklı bırakmak. Hatta belki herkesin, kendi gayretleri dışında bir etki bulurlarsa ancak, yerlerinden ayrılması. İnsanın, bulunması gerektiği yeri bırakmaması gerektiği.


Bir kabre üç kere girmek. İki horoza bir otobüs. Oğullar ve baba. Mezardan gökyüzü. Kabrin etrafında avuç avuç. Dağların ardında bir köy. Bin üç yüz otuz dört. “Eşlik edecek bir ses, nesli tükenmiş bir ses…” Her şey bilimin elinde mi? Öyle mi? Kaç kere öldün misal?


Ölüm getirecek bir yolculuğa bile bile çıkmak. Şu zamanda, her şeyin yitirilmeye, solmaya, çürümeye yüz tuttuğu bu çağlarda, bir daha nefes alamayacak, yürüyemeyecek, yemek yiyemeyecek, sevişemeyecek olmak… Etrafın her şeyi bilen herkesle çevrili olduğu şu zamanlar…


Kimin var acaba? Sazı kırılınca ona saz verecek? Ne uğruna? Ne ile?


“Git ve onlara on dördün ve hiçbir sayının uğursuz olmadığını öğret!”


Çünki sen orada kalmalısın. Orası sana ait olan yer. Oradan başka gidecek yerin yok. Seni götürmek için birini beklersen eğer, o, beni buradan kurtaracak dersen, orada ölmeyecek misin? Orada kalmayacak mısın? Orası, başladığın ve yol aldığın yolun daha başı olmayacak mı?


Sanırım bu sualleri kendime sormak için izlemişim bu filmi.


Ve insan başka ne için film izler ki?