Nedir Bana Onun Uydurduğu?

Miladî 1453’te Konstantinapol’ün surları yıkıldığında bir çağ, yine miladî 1989’un Kasım ayında Berlin Duvarı yıkıldığında başka bir çağ kapandı. Bize, kapanan her çağ ile başka bir çağın; yeni, daha sahih ve daha ileri bir çağın başladığı öğretildi. Bu çağlar kendilerini doğururcasına ve kendilerini doğurdukça çoluklarını öldürürcesine zâlim çağlardı. Miladî asırlar… Nihayetinde her kapanış ve açılış ile bir yıkılış haberi yayılıyordu.


İnsanlık şaşırarak ve merak içerisinde bir sual ortaya atarcasına ‘en büyük sanat olmalı’ dediği Din Günü’ne doğru sürünerek ilerlemekte…


Kapitalizmin koşullarına müsait bir coğrafyada, demokrasi ile at koşturmalar bazan tedirgin edici gelebiliyor fakat kapitalizme müsait olmayan başka bir coğrafyanın sıkıcılığında, atılan güllelerin yerlerine ulaşmadığı görülüyordu. Keza gülle atmak bir spor faaliyeti olarak kabul görebiliyordu. Kadınların dahî itibar ettiği bir spor…


Hegel haklıydı. Dünyanın ruhu Garb’a doğru akıyordu. Çünkü giderek çoğalan zararın membaı orasıydı. Guenon’un anlatmak istedikleri duyulmak istenmedi. Her şey gibi sanatın da iplik iplik çözüldüğü nokta; yalnızca bir ‘yön’den ibaret değildi. Oysa İslâm, insanlığa, eskimeyen, geri kalmayan ve ne kemmiyette ne de keyfiyette geçilemeyecek bir örnek sunuyordu. ‘Yeni’ bir şeye gerek yoktu. ‘Yeni’ olması icab eden ne olabilirdi? Bir toprak parçası neye göre ‘yeni’ bir şeyin doğuşuna vesile olabilirdi? İnsanlar nefes alabilir ve aldıkları bu nefese yaşamak diyebilirlerdi. Fakat ölüm geçmiyordu. Ölüm çağrısından öte bir şey, o şey nedir? Bunu ‘var’ iddiası ile sormuyorum.


Miladî 16ncı ve 17nci asırlarda, Avrupa sistematiğinde, bir yapı; dini birliği yok eden Reform’un ve büyüyen dini çeşitliliği geniş oranda erişilebilir kılan matbaacılığın ikili etkisi altında çöktü. O yapı Katolik Kilisesi’ydi. Henry Kissinger bu yapının çökmesinin Amerika için birçok açıdan tahlilini yapmış ve neticesinde yararcılığını göstermiştir tabiî olarak; fakat matbaa üzerinde vurguladığı bölüm yalnızca kilise için bir tehdit olmamıştır elbette… “Dini çeşitliliği geniş oranda erişilebilir kılan” matbaa, özellikle Batı’nın, kendisini bir ‘yön’e ait hissetmesine sebep olmuştur. Bu aidiyet özellikle Garb adına canavarca bir tutuma yol açmış, Şark için ise anlaşılacak meselelerin iyice anlaşılmakta zorlanılmasına neden olmuştur. 5 Mart 2002 tarihinde, The Economist mecmuasının manşeti şu şekildeydi: “Orta Doğu’da Demokrasi Yükseliyor” ve hepimiz biliyoruz ki(!) yükselmeye devam ediyor.


Fakat elbette, insanlığın kendisini bir yerlere çekmesi matbaa ile başlamaz. Matbaa en yüksek zirvelerinden birine tırmandırır yalnızca. Zira ilk Doğu-Batı ayrımını yapan Heredot’tur. Rasulullah (s.a.v.) Efendimiz ise Veda Hutbesi’nde buyurmuştur ki: “Arabın Arap olmayana, Arap olmayanın da Arap üzerine üstünlüğü olmadığı gibi; kırmızı tenlinin siyah üzerine, siyahın da kırmızı tenli üzerinde bir üstünlüğü yoktur.”


Elijah Poole yahut Wallace D. Fard bu dünyada Müslüman görünmüştür (bazılarınca), fakat (zâhirden anladığımızca) âhiretleri berbattır. 2nci Dünya Savaşı, Tarih üzerine yapılan hesapların içerisine farklı formüller sıkıştırmıştır. Hitler Almanyasının bırakmak istediği ile Amerikanın hâlihazırda bıraktığı elbette farklı şeyler olabilirdi. Türkiye’nin bu noktada karşı karşıya kaldığı her şey, 2nci Dünya Savaşı’na girmemekten kaynaklanmaktadır. Bu saikle; bugün, Türkiye’de neredeyse hiç kimseye, suyun içerisinde yürüyerek bir yere varılamayacağı anlatılamaz. Tarih, Türkiye için, 2nci Dünya Savaşı’nın başlaması ile tazının yanında kaplumbağa hızına benzemiştir.


Ölmeden yaşamak kaybolmaktır.