Küçük Paris Fena Öksürüyor Üzerine Bir Söyleşi

Tugay KABAN – Kış yaklaştı…

Enes Mâlik BAYRAKTAR – Öyle görünüyor…


T – Küçük Paris bahsini açmanın vakti geldi sanırım. Ne dersin?

E – İyi olur… Fakat evvelden konuştuğumuz noktayı yeniden hatırlatmak isterim. Bir öykü kitabı hakkında konuşabilmek için nasıl bir sermaye gerek bize?


T – Bunu ciddi ciddi düşündüm. Ve neticesinde öykü mevzuunda bazı fikirler şekillendirebildim. Lâkin itiraf etmem gerekir ki; fikirlerim eksik noktaları tanımlamaktan öteye gitmiyor. Eksik parçaları; biçim, içerik çerçevelerinde tanımlayabiliyorum fakat tanımlarımı vücud hâline getiremiyorum. Bu sebeple yalnızca vehim olarak kalıyorlar…

E – Peki, bunun sebebini düşündün mü?


T – Elbette. Tozlar kalkınca ortaya çıkan ilk şey; köken. Şöyle bir haber vardı yakın zamanda: Roma İmparatorluğunun ‘altın’ diye sıfatlandırdıkları çağın şairlerinden Ovid’in yaklaşık iki bin yıl evvel Roma’dan atılmasına sebep olan sürgün kararı Roma Belediyesi tarafından iptal edilmiş. Keza mîladi 2008 senesinde Floransa Kent Meclisi Dante’nin sürgün kararını 700 sene sonra iptal etmişti. Tabii şimdi burada örneklerdeki şahsiyetlerin ‘şair’ olmalarını görmezden gelmeliyiz…

E – Devam et…


T – Netice itibari ile köken bahsini merkeze almak birçok durumda olduğu gibi, öykü mevzuunda da önemli fakat her hâlde yeterli değil. Payandalar gerekli…

E – Doğru mu anladım? Öykü üzerine düşünmeye bazı eksikliklerin engel olduğunu söylüyorsun. Bu eksikliklerin başında köken konusu geliyor.


T – Bir bakıma…

E – Fakat bu eksiklik sana ait bir şey gibi görünüyor.


T – Hayır. İşte bu sebeple bir bakıma dedim. Zira vehim olarak ortaya çıkan şekillenmemiş tanımlar genel olarak eleştirinin, kısmî olarak öykü eleştirisinin ürünleri. Hastalığın etkileri herkeste olduğu gibi bende de aynı… Fakat bu hastalığa herkes gibi bir çözüm getiremesem de; gelebilecek çözümler olduğuna inanıyor ve en azından kendime yeter kısımda bunları ortaya koymak adına çabalıyorum. Bir şeyleri yalnızca anlatmanın ve sürekli tekrar etmenin ötesinde, tabii yine kelimelerle, çözümleri birer beden içerisinde ortaya koyunca, sermayemizi kullanmaya başlayalım diyebiliriz artık.

E – Küçük Paris Fena Öksürüyor fotogırafına bakınca, biraz önce bahsini ettiğimiz diğer meseleleri de göz önünde bulundurarak, söyleyeceğin şeyler üzerinden gidelim istiyorum. Zira yetersiz bir sermaye ile cesaret sergilemek pek mantıklı görünmüyor.


T – Bir söz var. Bu sözü Eski Bir Münekkidin Defterinden iktibas ediyorum. “Eğer senden bahsediyorsam, senden bahsediyorumdur; fakat ismin ağzımdan çıkmışsa, bir def’a daha düşün isterim…”

E – Bu bir uyarı mıydı?


T – Evet.

E – Kime?


T – Küçük Paris’in yazarına. Tabii böyle uyarıları pek dikkate alacağını düşünmesem de, bu söyleşimizde ortaya çıkmasını istediğim bir şeyler var. Sadece Küçük Paris hakkında değil.

E – Küçük Paris neyin hikâyesi sence?


T – Önemli ve basit bir şekilde cevaplanabilecek bir soru. Küçük Paris bir şeyin hikâyesi mi yoksa başlı başına kendisi mi bir hikâye diye de sual edebiliriz bu soruyu. Laf ebeliği yapıyor gibi görünmek istemiyorum. Değinmek istediğim yerler var. Ve bu yerler arzın el değmemiş yerleri olabilir. Belki de yalnızca işaret etmek… Şöyle sual edelim ki anlatılması gerekenleri dile getirmek için gayret etmiş olalım. Sedat Demir neyin hikâyesi?

E – Sedat Demir neyin hikâyesi?


T – Kendi hayatının mı? Yani düşüncelerinin mi? Hislerinin mi? Yani anılarının mı? Geleceğinin mi? Yoksa zevcesinin mi? Annesinin yahut babasının mı? Neyin hikâyesi Sedat Demir?

E – Küçük Paris’in mi?


T – Doğru soru bu! Küçük Paris’in mi? Evet! Küçük Paris’in! Küçük Paris’in neyin hikâyesi olduğundan çok bizi Sedat Demir’in neyin hikâyesi olduğu sorusu ilgilendirmeli. Elbette bu yalnızca Demir için geçerli değil. Diğer öykücüler için de aynı soru önemli…

E – Sedat Demir Küçük Paris’in hikâyesi. Devam et…


T – Şahsen ben bu eserden, yazarın kendi yaşamından köşe taşlarının yerleştirildiği, kurgudan olabildiğince uzaklaştırılmış fakat sanki sonradan üzerine kurgu gömleği biçilmeye çalışılmış bir uğraş tüttüğünü görüyorum.

E – Köşe taşları derken, uvertür demek uygun mu?


T – Belki. O ayrı bir bahis. Daha derin yaklaşmak istiyorum.

E – Neden? Belki de eser gayet basit ve derinleşmeye müsait değil.


T – Fakat bir yazar, misal Sedat Demir, derinleştirilebilir.

E – Esere, kurgu gömleği biçilmeye çalışılmış derken, bir zorlamadan veya gerek olmayan bir şeyin yapıldığından mı bahsediyorsun?


T – Çoğu vakit insanlar hayat hikâyelerinden parçalar aktarırlar… Şöyle oturup çay, kahve içerken yaparlar bunu hem de. Bazıları bunu yaparken hikâyelerinin kimi kısımlarına bir takım fevkalade olay örgüleri dokuyabilir. Bu iş ilk önce isteyerek başlar. Yani kimse kendinden habersiz hikâyelerinin gerçekliğini kurcalayıp, onu değiştirmez. Ha tabii bazı hikâyeler gerçekten de olağanüstüdür. Ve buna rağmen dile getirildiklerinde çamura düşmüş bir altın gibi görünebilirler. Demem o ki; çoğu hikâye altın tozuna batırılmış bir maden kömüründen farksız değildir.

E – Küçük Paris olağanüstü bir hikâye mi?


T – Küçük Paris değil, Sedat Demir olağanüstü bir hikâye.

E – İyi ama bu birçok insan için muteber.


T – Fakat müseccel değil. Küçük Paris bu fevkaladeliği kayıt altına alıyor. Ve işte biraz önce dediğin ayrıntıyı şimdi açıklayabiliriz. Evet, Küçük Paris Fena Öksürüyor gayet basit ve derinleşmeye müsait bir eser değil lâkin bu basitliğinin yanında bir şeyi kayıt altına alması bakımından gayet mühim. Bazı eserler yalnızca sanatkârın hayatını kayıt altına almak ile en önemli noktada durarak duvarların üzerimize yıkılmasına engel olur. Ve kimisine göre ehramın en altındaki taş ile en üzerindeki taş aynı kıymet ölçüsündedir.



İKİNCİ KISIM



E – Bir semt hikâyesinden bir şehir hikâyesine… demiştin kitabı okuduktan sonra.

T – Coğrafya kaderdir. Bu söz aslında Küçük Paris’i tanımak adına çok ehemmiyetli… Sanırım artık Küçük Paris derken aslında yazardan bahsettiğimi ayrıca belirtmeme gerek yok. Özellikle bu eser için Coğrafya kaderdir sözü üzerinde algılarımızı tekâsüf ettirmeliyiz.


E – Eser diyorsun… Bence Küçük Paris yorumlar üreten bir makinadan farksız. Bu hâlde dahî eser demek yerinde bir söz mü? Hayatın tuhaf ve düzensiz bir ritmi var metnin genelinde. Fakat bir yandan da bu yazılmış şeyleri insan yaşamının muazzam çeşitliliğinin kaydedilmiş bir nüshası olarak görebiliriz. Lâkin bunun için çok nikbin biri olmamız gerektiği ortada. Yazar kendi bakış açısının başarısızlığını dramatik bir hâle sokuyor ve bunun kendisi de farkında. Her şey yeniden başlamaya çalışıyor fakat gelecek yazarı öylesine zorluyor ki; engel oluyor başa dönmesine. Karakterlerin obcektifleri yok mesela. İstemsiz bir bellek döküntüsü içerisinde gezinip duruyoruz. Yaşamın bizatihi kendisinin tarihi! Yazarın anıları yok! Anılar bizatihi yazarın kendisi!

T – Dur! Çok iyi bir yere değindin! Evet, yazarın kendisindeyiz neticede. Coğrafya kaderdir… Yani metni aslında Demir’e Samatya yazdırmıştır! Yahut Samatyalılar… Hem ne diyordu bir yerde Demir: “…aslında hayat çoğunlukla öyledir. Sadece yazdırmazlar, yaşatırlar da.” Ve yeniden başlama dedin… Sürekli yeniden başlamaların, bahsettiğim bu ‘yazdırma’ ile yazar arasındaki çatışmadan kaynaklandığını düşündüm bir an.


E – Görüyorsun işte… Yorumlar üreten bir makinadan pek farkı yok bu metnin…

T – Eser mi, müellif mi yorumlar üreten o makina?


E – Öksürüğe iyi gelen bir şurup hatırlıyor musun?

T – A-ferin var. Onu hatırlıyorum. Fakat öksürüğe en iyi gelen uykudur. Uyanamazsan.