Cinayet Mahallindeki Anlamsızlık Üzerine

Kimse, gelip bana: “senin hayatını ben yazıyorum” diyemeyecek. Zira, o henüz gelmemiş olana, gelse bile beni büyük ihtimal bulamayacak olana hiçbir ayrıntı bile bırakmadan, hayatıma dair şeyleri kendi ellerimle yazıyor bulunuyorum. Yanlış yahut doğru. Düzgün veya eğri. Eksik olsa bile kendi sesimle kendime yalanlar söyleyerek belki. Buna üzülmek ve darılmak olmaz. Fakat yine de bir noktayı aydınlatmak gerek diye düşünüyorum.


Benim ölümümü kim yazacak?


Bu soruyu bir kere sordum ve evet zarlar atılmış oldu. Ve evet artık bu düşünceyi öldüremiyorum. Ne zaman öldürebilirdim? Orası muamma.


Aslında her ölüm, bir ölünün ardından yazılmayabilir. Ve yaşamak her doğumun sonrasında olmayabilmez.


Önceler ve sonralar. Bunları şimdi geçelim. Bir ceset buldum. Buradan başlayacağım. Bulduğum o cesedi, size anlatırken bir kez daha bulacak olduğum için heyecanlı olmadığımı söylersem, yalan söylemiş olabilirim. Evet, olabilirim.


Çocukluğumda bilgisayarlarla bayağı haşır neşirdim. Bu son iki kelimenin anlamını, sokaktan, hemen şöyle tutup çevirdiğimiz ilk beş kişiden hiçbirinin bilmeyeceğine iddiaya girelim mi? Hayır, cesede dönelim.


Google’ın Earth isminden ve dünyayı karış karış gezebildiğimiz bir programdan birçok kimsenin haberi vardır muhakkak. Ben de bir zamanlar, bilgisayarlara dair şeyleri büyük bir merak ve heyecanla karşıladığım için, böylesi bir programdan haberdar olunca oldukça heyecanlanmıştım. Fakat heyecanım bir gün burnumdan geldi.


Burnumu silmeye başlamadan önceki zamanda, Google Earth programını açıp, annemi, babamı, ablamı ve hatta yan komşumuz -ismini hatırlayamıyorum şimdi, neticede ebeveynlerimin yan komşusuydu kendisi- kendisine Netice diyelim şimdilik, hatta yan komşumuz Netice ablayı bile tutup kolundan, bilgisayarımın başına sürükleyip, yolda da onlar sürüklenirken ve sürüklenirlerken yüzleri halıları süpürdüğü sırada ‘sana çok önemli bir şey göstereceğim’ diyerek dikkatlerini çekmeye ve onlara kendimi önemli bir insanmış gibi göstermeye çalışırdım ve nihayet bilgisayarımın başında yer aldığımızda başlardım işe koyulmaya. Bak buralar bizim mahalle. Burası bizim sokağımız Netice abla. Anne bu arsanın yerinde şimdi bir bina var fakat biraz geç güncelliyorlar Türkiye’yi. Fakat baba Amerika her ay yeniden taranıyormuş. Bakın burası Londra. Veeee işte Hindistan’dayız.


Tabii çevrem dar olduğu için kısa süre sonra dünya turlarına tek başıma çıkar olmuştum. Herkese göstereceğimi göstermiş, hepsine ‘ben bilgisayar denen bu cihazın karşısında önemli işler yapıyorum aslında’ diye sıkıp bırakmıştım. Ve büyük ihtimal sıktıklarımın hepsi karavanaydı.


Fakat heyecanımın burnumdan geldiği o gün, kalan tek kurşunumla hedefi bulmayı başarmıştım. Heyecanımın son bulmasının sebebi ise; bir daha bilgisayarlara karşı kendimi güçlü hissedemeyecek olmamdı.


Bir ara, geziyorken şöyle bir dünyamızın nadide yerlerini. Dedim, neden hiç köyümüze bir ziyarette bulunmuyorum? Hadi gidelim! Orada bir köy var. Bilgisayarla da gitsek bizim köyümüzdür neticede. Ve gittim. Köy meydanını, kurnanın etrafını ve camiin oraları şöyle bir turladım. Hatırımda kalmış. Dedim, şu çakır çukur bir yol vardı, köyden biraz uzakta, tarlalara giden tarafta, Balkaya’nın yakınlarında, hani yol öyle daralmıştı ki artık, oraya yol demek için bin şahit bulmak lâzımdı, oraya da bakayım. Orasıyla ilgili bebekliğimde kötü bir hatıra vardı. Fakat zihnimin derinliklerinden o hatırayı çıkarıp karşıma koyamadım. Baktım, baktım fakat bakmaz olaydım! Uzun tıklamalar ve kaydırmalar neticesinde vardığım yerde ne göreyim? Yol gitmiş. Yani yol öyle daralmış ki artık heyelan mı yoksa neden olduysa, bir adımın sığmayacağı bir geçiş hattına dönüşüvermiş. Yol eriyip akmış. Aşağılardaki bir tarlanın üzerine birikip, orada kalmış. İnceledim. İnceledim. İnceledim. Ve bilmem kaç tık uzaklıkta, tarlaların bittiği, dağ yamacının başladığı, çalıların yoğun olduğu bir yerde bir şeye denk geldim. Bir karaltı. Fakat tam seçilmiyor. Gözlerim de sanki, gel de şuraya bak der gibi o karaltıya yapıştılar. Peşimi bırakmıyorlar. Hay bin kunduz! Çözünürlük çok kötü. Çalı desem değil. Ağaç desem değil. Neymiş biliyor musunuz? Bir ceset.


Bizim uzaktan akrabamız Hüseyin amcanın oğlu Hikmet’in cesedi.


Ben, cesedi iki gün sonra bulmuşum. Bulur bulmaz bizimkilere söyledim hemen. Bu insana benziyor dedim. İlk önce dikkate almadılar beni. Fakat annem, laf olsun torba dolsun diye o akşam konuşurken telefonda teyzemle, böyle şöyle diye bahsetmiş durumdan. Teyzem Rize’de yaşıyor. Bizim köyden haberleri erken alırlar orada. Erzurum’a çok gelen olmuş Rize’den zamanında. Velhasıl teyzem konuyu duyunca bir ürperiyor. Diyor, Hüseyin’in oğlu Hikmet kayıpmış iki gündür. Yoksa o olmasın kız Serap? Soruyorlar soruşturuyorlar hemen. Cesedi buluyorlar. Hikmet’in cesedi. Nasıl öldü? Neden oradaydı, bilmiyorum. Cinayet filan dediler. Mevzu uzadıkça uzadı.


Benim aklıma takılan şey ise başka.


Bu Google, ne arıyordu iki gün önce bizim köyün açıklarında?