"Eğer sıkılmaya karşı bağışıklığın varsa, yapamayacağın hiçbir şey yoktur.”
David Foster Wallace, The Pale King
Güray Süngü'nün Delirmeler Sarayı Ketebe Yayınları etiketiyle yayımlandı. Süngü’nün dokuzuncu romanı, okurlarını 600 sayfayı aşan bir anlatı labirentinin içine davet ediyor. Süngü’nün Oğuz Atay Roman Ödülü’nü kazandıran Düş Kesiği isimli eseri üzerine zamanında bir yazı kaleme almıştım. Şunu başta söylemem gerekiyor ki Güray Süngü bu sefer, Düş Kesiği’nin seviyesinden daha yukarıda bir eserle karşımızda. Delirmeler Sarayı bence, modern ‘mega-roman’ geleneğinin örneklerinden biri olarak görülebilir. Bu çerçeveden bakılarak kritik edilen çok az metin vardır Türk Edebiyatı’nda. Elbette bunun sebebi böylesi eserlerin yazılmıyor olması değil. Sebepleri kurcalamakla sizi yormak istemiyorum.
Bu zamana kadar roman sanatı üzerine düşünürken, birçok farklı roman ve romanları kurcalayan eserle vakit geçirdim. Bazı yazılarımda direkt olarak romanların sınırları içinde kaldım, bazılarında ise romanları kurcalayan eserleri anarak bir şeyleri anlatmaya çalıştım. İkinci yol çoğu insana daha oturaklı geldiği için (sebepleri hâlâ kurcalamaktan uzak duruyorum) Delirmeler Sarayı hakkında konuşurken de bu yolu tercih edeceğim. Yazıyı yazdığım süre içerisinde masamın kenarına koyduğum eser ise David Letzler’a ait The Cruft of Fiction.
Delirmeler Sarayı ilk bakışta, David Foster Wallace'ın "can sıkıntısı" (boredom) üzerine inşa ettiği tavrı anımsatır, fakat bu tavrın barındırdığı postmodern auranın olmadığını da söylemem gerek. Süngü son romanını, okurun dikkatini sürekli test eden, onu "anlam artıkları" (cruft) olarak adlandırabileceğimiz metin yığınlarıyla bezemiş gibi görünüyor. Ancak bu durumu "temelde anlamsız" olarak nitelendirmek, tuzağa düşmek anlamına gelecektir. Zira ‘postmodern auranın’ yokluğu, bizi, böylesi bir kabulü, biçilmiş kaftan olarak görme yanlışlığına iter. Bu açıdan, Süngü, "anlamsızlığı" bir amaç değil, bir yöntem olarak kullanıyor demek daha doğru olur. Roman, deliliğin, üretimin ve travmanın kökenine inmek için, anlatının kendisini bir kadavraya çeviyor. Bu kadavra havası bana, kendini yiyen ve yedikçe doğuran yılanı hatırlattı. Ve elbette o yılandan kalan posayı.
Romanın hikâyesini tam olarak kavramak adına, öncelikle onun yapısını ve "R" harfinin mevzuunu çözmek gerekir diye düşünüyorum. (Yazımın geneli, romanı okumuş insanlar için somut bir anlama bürünebilecektir).
Delirmeler Sarayı, "Ben Bab" adını taşıyan ve yazarın (anlatıcının) kendi üretim sürecine dair meta-kurgusal tefekkürlerini içeren bölümlerle ayrılıyor (kesiliyor da diyebiliriz). Ana gövde ise "R" harfi ve bir sayıyla başlayan yüzlerce parçadan oluşuyor (örneğin "R1, Hakan 1", "R2, Selim 1", "R3, Arif 1" ). Bu "R" harfinin ne anlama geldiği metinde belirtilmiyor. Süngü, bu durumu bir bulmaca olsun için mi tasarladı bilemiyorum fakat yanlış bir okuma da olsa şu çözümlerimi sunmam gerekiyor:
Bir teorime göre "R", romanın merkezinde yer alan kayıp kitabın, yani Rüyalar Sahnesi'nin kısaltması. Evet, bu teoride S harfinin yokluğu benim de canımı sıkıyor. Eğer "R" harfi kayıp kitapla alâkalı bir durum ise, bu, biz okurların dairesel bir yapıya sıkıştığımız anlamına geliyor demektir. Yani biz aslında, karakter Selim'in saplantılı bir şekilde sahneye koymaya çalıştığı metnin ta kendisini okumaktayız.
Ancak romanın çerçevesinin dışından bir okuma yaparsak, "R" harfini, felsefi bir kök olan "Rizom" (Rhizome) olarak görebiliriz. (İçinizden ‘round’ diyenler var galiba. Neden olmasın diyeceğim elbette). Rizom, modern felsefede, merkezi olmayan, her noktasının bir başka noktaya bağlanabildiği, doğrusal olmayan bir bağlantı sistemi anlamına gelir. (Takdir edersiniz ki roundlar nakavtlar ile bitebilir). Delirmeler Sarayı'nın her bir "R" parçasını, böyle bir bağlantı noktası gibi görebiliriz bu açıdan. Hakan'ın bir eylemi, yıllar önce İsmail'in yaşadığı bir travmaya, Arif'in bir hayali, Selim'in gelecekteki bir eylemine bağlanıyor. Roman, doğrusal bir hikâye anlatmak yerine, bir delilik ânının etrafında kümelenen düşünce, anı ve travma parçacıklarının aslında haritasını oluşturuyor. (Eğer yanlışsa da güzel bir okuma olmadı mı sizce)?
Romanın hikâyesi, bir karakterin yolculuğundan çok, parçalanmış bir zihne ait ‘şey’lerden vücud buluyor. Letzler’den öğrendiğim bir kavram var: Setoloji (Cetology). Roman tarihi açısından bu kavramı sizlere, Moby-Dick'teki balina anatomisinin anlatıldığı "sıkıcı" bölümler olarak tanımlayabilirim. Güray Süngü de "delilik" dediğimiz organizmayı (balinayı? - film olanı da düşünebiliriz bambaşka bir açıdan) dört ana karakter üzerinden kesitlere ayırıyor. Bu dört karakter (Hakan, Selim, Arif ve İsmail) tek bir bilincin (yazarın?) farklı tezahürleri olarak yorumlanabilir. Biraz karakterleri kurcalayalım:
Hakan, romanın “şimdi” zamanındaki durağan merkezi. Felçli yazar İhsan Zahir’in neredeyse dilsiz bakıcısı. Travmanın, yani kazanın fizikî sonucunu koruyan ve onu dış dünyadan, özellikle Selim’den izole eden iradeyi temsil ediyor. Ancak Hakan’ın en önemli yönü, bir “editör” oluşu. Metnin ilerleyen kısımlarında, İsmail’in “Delirmeler Sarayı” adını verdiği ham, kaotik notları alıp onları ehlileştirerek ‘Rüyalar Sahnesi’ adıyla yayımlayanın Hakan olduğu ortaya çıkıyor. (İşte ben buna spoiler derim)! O, deliliği temsil eden İsmail’i alıyor ve onu sanata, yani Selim’in okuduğu kitaba dönüştürüyor.
Selim, “cruft” ile karşılaşan okurun, yani izleyicinin ta kendisi. Gizemli bir anlatıcı ona ‘Rüyalar Sahnesi’ni, Hakan’ın düzenlediği metni veriyor. Selim’in bu metni anlama çabası, giderek bir saplantıya dönüşüyor. Bu saplantı, romanda üstüne basarak eleştirebileceğim en önemli ‘şey’. Zira okur olarak bu saplantının nasıl oluştuğuna dair hiçbir zaman kesin bir veri (his?) elde edemiyoruz. Selim karakteri üzerinden kesin olarak hissettirilmesi gereken ‘katarsis’, patlamamış bir havaî fişek demeti hâlinde, hâlâ romanın sayfaları arasında duruyor bence. (Biraz geriye sarıyorum metni). Selim, Hakan’ın düzenlediği metni bir tiyatro oyununa uyarlamaya sevk ediyor kendini. Ve bence patlamamış havaî fişek demetleri sebebiyle bu sevk edişin gerçekliğini okura geçiremiyor.
Arif karakteri ise, bütünün en saf, en filtresiz parçası. Kâğıtlara adını yazıp yakan bir şair. Felçli hâliyle İhsan Zahir’le konuşabilen, onun sessizliğinden anlam çıkarabilen tek kişi. Arif, İsmail’in deliliğe saplanmadan önceki hâlini yansıtıyor diyebilirim.
İsmail ise tüm bu anlatı ağının merkezindeki “hasta” bir bilinç olarak karşımıza çıkıyor. Onun “R” bölümleri, diğerlerinden farklı olarak şimdiki zamanda değil, bir “delirmeler sarayı”nın içinde, zamanın ve mantığın çöktüğü bir yerde geçiyor. İsmail, Hakan’ın editörlüğünden, Selim’in yorumundan ve Arif’in romantizminden evvelki ham “cruft”tır ve bu sebeple metnin yazılma, daha doğrusu delirme ânıdır. (Bu sebeple İsmail ile ilgili bölümleri okuyunca, ‘bu balinanın ayrıntıları ile ne ilgim var benim şimdi’ diyebilirsiniz, sakin olun).
Romanın bu (ana) karakterlerinin gözlerini, bir tavşanın gözleri gibi sabitleyen olay (far) ise ‘kaza’ mevzuu. "İkinci Bölüm: Zamandan Sonra" ve "Dördüncü Bölüm: Delirmeler Sarayı"nda bu ‘kaza’ mevzuunu anlamaya başlıyoruz.
Geçmişte, İsmail, Hakan ve Asım ev arkadaşı. İhsan Zahir akıl hocaları. İsmail, "Yabancı Kız" Yasemin'e tutkuyla âşık. İsmail'in "üretme" arzusu , onu, Yasemin'i "hakikati görmesi için bir araç" olarak görmeye itiyor. Bu süreç, onun zihnî çöküşünün de başlangıcı oluyor.
Romanın kilit noktası (bence çok geciktirilen noktası ayrıca), bu çöküşün ‘kaza’ya dönüştüğü an. Hakan, daha sonra bu olayı sahafa ‘üç hikâye’ hâlinde anlattığını itiraf ediyor. Bu hikâyelerle de romanın sonunda okur olarak karşılaşıyoruz. (Spoiler dediysek, o kadar da değil). Bu üç hikâyenin sonunda da Hakan, İhsan Zahir'i kanlar içinde, yanında İsmail ile buluyor. Romanın bu noktası oldukça katatonik.
Romanın 343. sayfası için de bir ‘Ferya eleştirisi’ sunmak istiyorum burada hemen. Ferya, Selim'in âniden sayıklamalarını anlamıyor. Peki neden anlamıyor? Görmüyor mu Selim'in neler yaşadığını? Ferya’nın gerçek bir kadın ahvâlinde olmadığını, roman ilerledikçe daha iyi kavrıyoruz. Ferya neredeyse modern hiçbir kadının gösteremeyeceği bir tavrı sergiliyor hikâye boyunca. Bu, onu biraz karikatürize bir hâle getiriyor bu sebeple. Ferya, ‘normal’ dünyayı temsil eden bir karakter, o, Selim'in deliliğinin kaynağını bilemez elbette gibi bir eleştiri gelebilir söylediklerime karşı. Fakat Selim’in (kayıp gün, geceleri sokakta çalışma vesair) semptomlarının okurda uyandırmadığı etkiden biraz evvel yukarıda bahsetmiştim. Bu uyandırılamayan ‘katarsis’in ne kadar önemli olduğu, Ferya tipi üzerinden de rahatlıkla görülebiliyor.
Delirmeler Sarayı’nın okurla arasındaki en büyük kırılma, ‘beraber deliremememiz’ diye düşünüyorum. Selim'in neden delirdiğini tam olarak anlayamıyoruz, çünkü o, ‘Rüyalar Sahnesi’ni okuyarak deliriyor denebilir. Fakat biz de romanın tamamını, yani deliliğin kaynağını okuduğumuz hâlde Selim'le empati kuramıyoruz. Peki, bu radikal bir hamle mi oluyor? Romanın a priorisi karakterler arasında sürekli kaydırıldığı için, metin kendini yemeye devam etmiyor mu? Bu karın açlığı nasıl bir doyumu çağıyor o vakit?
Delirmeler Sarayı, David Foster Wallace'ın henüz Türkçemize tercüme edilmemiş romanı The Pale King romanındaki "sıkılmaya karşı bağışıklık" geliştirmemiş diyerek işaret ettiği okuru cezalandırabilecek bir metin kesinlikle. Okur olarak, Selim'in sonu gelmez iç sıkıntılarını veya Arif'in hayallerini okurken sıkılırsak, Hakan'ın o "üç hikâye" itirafını veya Selim'in yazarla son karşılaşmasını kaçırabiliriz.
Süngü’nün son romanı ile delirebilenler olur mu bilemiyorum. DelirTmeler Sarayı ise sakın burası olmasın!
Tugay Kaban

