Tercüme Nüshasından Notlar

Uzun zamandır Douglas Little'ın Amerikan Şarkiyatçılığı isimli eserini tercüme ediyorum. Şu anda karşılaştırmalı bir son okuma yapıyorum. Bu okumayı yaparken, eserde dikkatimi çeken paragrafları buraya not etmek istedim. Tarih 8 Cemaziyel Evvel 1447 Perşembe.

On sekizinci ve on dokuzuncu asır popüler kültürüne hızlı bir bakış, Müslümanların, Yahudilerin ve diğer pek çok Orta Doğu halkının “oryantalize edildiğini” ve geri kalmış, dejenere, güvenilmez olarak tasvir edildiğini gösterir. 1900’e gelindiğinde anti-Semitik ve anti-İslamik hissiyatlar, elmalı turta kadar Amerikalı olmuştu. Yirminci yüzyılın başlarında iş adamları, misyonerler ve arkeologlar, National Geographic gibi popüler dergilerin de yardımıyla bu oryantalist bakış açısını pekiştirdiler. Ancak İkinci Dünya Savaşı’nın, Holokost’un ve İsrail’in kuruluşunun gelişiyle birlikte anti-Semitizm bir nebze azaldı, Araplar ve Müslümanlar Batı karşıtı teröristler olarak “şeytanlaştırılırken” Yahudiler “batılılaştırıldı”. 1990’ların sonlarına gelindiğinde bu daha karmaşık oryantalist mesajlar, yalnızca Schindler’in Listesi ve Gerçek Yalanlar gibi Hollywood gişe rekortmenleri aracılığıyla Amerika’nın sinema perdelerine değil, aynı zamanda her gece yayımlanan ve telejenik ılımlı İsrailliler ile gaddar, zengin yahut radikal Arapları karşılaştıran haber görüntüleri vasıtasıyla Amerika’nın oturma odalarına da yansıtılıyordu.

*

Sinema filmlerinden çok satan romanlara, siyasi karikatürlerden popüler dergilere kadar her şeye yansıyan bu entelektüel kestirme yol, sıradan halk ve ülkenin başkenti üzerinde derin bir etki doğurmuştur. Yıllar içinde Amerika Birleşik Devletleri’ndeki halk ve siyasetçiler, eskiden Üçüncü Dünya olarak adlandırılan yerlerle ilişkilerinde tarihçi Michael Hunt’ın “ırk hiyerarşisi” olarak adlandırdığı şeyi sıklıkla kullandılar. Hunt’a göre, daha 1900 gibi erken bir tarihte Anglo-Sakson ırkçılığı ve Sosyal Darwinizm, Amerika’nın kolektif zihninde kaynaşarak güçlü bir zihinsel harita oluşturmuştu, bu haritada, beklendiği üzere, “medeni” güçler (Amerika Birleşik Devletleri ve Batı Avrupa) az gelişmiş, hatta “ilkel” Asyalılar, Latinler, Amerikalı Yerliler ve Afrikalılardan oluşarak aşağı doğru inen bir silsileyi kontrol ediyordu. Hunt, Orta Doğu’yu yalnızca kısaca ele almış olsa da, yaptığı bu yüzeysel göndermeler bile ABD’li siyasetçilerin Arapları ve Yahudileri ırk hiyerarşisinin zirvesine değil, neredeyse en altına yerleştirme eğiliminde olduklarını düşündürmektedir.

*

... antropologlar Catherine Lutz ve Jane Collins, oryantalizmin ABD popüler kültürüne nasıl sızdığına dair bir fikir öne sürdüler. Lutz ve Collins, postmodern sosyal teori, fotoröportajcılık ve kültürel antropolojiden edindikleri kavrayışlardan yararlanarak, Orta Doğu’nun ve Üçüncü Dünya’nın diğer bölgelerinin oryantalist imgelerinin Amerika Birleşik Devletleri’nin en yüksek tirajlı dergilerinden biri olan National Geographic tarafından nasıl üretildiğini ve dolaşıma sokulduğunu inceliyorlar. Derginin göz alıcı fotoğraflarına ve ilgi çekici insan hikâyelerine kodlanmış bilinçaltı mesajları oldukça açık görünüyor. National Geographic’in sayfalarını süsleyen Araplar, Afrikalılar ve Asyalılar, siyasi ve kültürel modernleşmeyi başarıyla geçireceklerse ABD’nin yardımına ve rehberliğine ihtiyaç duymuş olan ve duymaya devam edecek olan geri kalmış, egzotik ve zaman zaman tehlikeli halklardır.

*

Yirminci asır sona ererken Hollywood, Amerikan tarzı oryantalizmin ABD popüler kültürüne derin kökler saldığını teyit etti. 1992’de Disney Stüdyoları, animasyon klasikleri zincirinin son halkası olan ve Saddam Hüseyin’e benzeyen birinin mırıldandığı “Arap Geceleri” şarkısıyla açılan Aladdin’i piyasaya sürdü. Şarkının sözleri, oryantalist bir bitirici cümleyle noktalanan, Müslüman dünyasına dair köklü, uğursuz imgeleri çağrıştırıyordu: “Barbarca, ama ne yapalım, evimiz.” İki yüz yıl önce, Orta Doğu’ya aşina olan Amerikalılar buna itiraz etmezlerdi.

*

Amerikalıların on dokuzuncu asırda Müslüman dünyasına daha fazla aşina olması, görünüşe göre yalnızca daha büyük bir aşağılamayı beslemişti. Yunan vatanseverler 1821’de anavatanlarındaki Türk hâkimiyetine isyan ettiğinde, çok okunan North American Review dergisi, ardından gelen mücadeleyi “haça karşı hilalin savaşı” olarak etiketledi ve “Sultan’ın silahlarının galip geldiği her yerde, köy kiliseleri yerle bir ediliyor yahut muhammediliğin iğrençlikleriyle kirletiliyor” iddiasında bulundu. 1820’lerin sonlarında İncil’i Osmanlı İmparatorluğu geneline yaymayı uman Harrison Gray Otis Dwight gibi Amerikalı misyonerler, şüphesiz bu hissiyatı paylaşıyorlardı.

*

Mark Twain’in “Yaldızlı Çağ” olarak adlandırdığı dönemde Orta Doğu, Amerika’nın diplomatik ve kültürel ufkunda daha büyük bir yer işgal etmeye başladı, bunun sebebi yalnızca ABD’li misyonerlerin daha fazla ruhu kurtarmak istemesi değil, aynı zamanda ABD’li tüccarların da ticareti genişletme arayışıydı. 1870’lere gelindiğinde Amerikalı girişimciler, Çin’de yeniden satmak üzere Türkiye’nin afyon mahsulünün neredeyse yarısını satın alırken Osmanlı İmparatorluğu’na da savaş gemilerinden gaz yağına kadar her şeyi sağlıyorlardı. 1879’da bir ABD’li diplomat, “Mekke’deki Peygamber’in kabrinin üzerindeki kutsal kandiller bile Pensilvanya’dan gelen yağla besleniyor,” diye övünmüştü.

Bu esnada yeni nesil Amerikalı misyonerler, Osmanlı diyarının Ermenistan, Suriye ve diğer köşelerine ulaşıyor, yalnızca İncil’i değil, aynı zamanda yıkıcı Yeni Dünya fikirlerini de yayıyorlardı. Aslında 1890’lara gelindiğinde, ABD’li misyonerler tarafından otuz yıl önce kurulan iki yükseköğretim kurumu (Konstantinopolis’in hemen dışındaki Robert Kolej ve Beyrut’taki Suriye Protestan Koleji) Arapların, Kürtlerin ve Ermenilerin ulusal bağımsızlık hayalleri kurmaya ve bu uğurda entrikalar çevirmeye başladığı, adı çıkmış Türk karşıtı yataklar hâline gelmişti. Bir nesil sonra Britanyalı oryantalist ve maceraperest T. E. Lawrence’ın gözlemlediği gibi, “hiç niyetleri olmaksızın” bu iki kolej, aslında Türk imparatorluğu genelindeki tebaaya “devrimi öğretmişti.”

*

İranlı öğrenci ve köylülerden oluşan öfkeli kalabalıklar Ağustos 1906’da kraliyet hükümetini devirip Şah’ı meşruti bir monarşi ilan etmeye zorladığında, Büyükelçi Richmond Pearson oryantalizmle bezenmiş kasvetli bir kehanette bulundu: “Tarih, Müslüman dininin devlet dini olduğu bir ülkede tek bir başarılı meşruti hükümet örneği kaydetmemiştir.” Pearson’ın Konstantinopolis’teki mevkidaşı Büyükelçi John Leishman da reformist subayların (Jön Türkler) bir darbe düzenleyip Temmuz 1908’de padişahın yetkilerini kısıtladığı Türkiye’de meşruti yönetimin geleceği konusunda daha iyimser değildi. Leishman’ın dokuz ay sonra bildirdiğine göre, Müslüman öğrenciler, askerler ve mollalar arasındaki “fanatik unsur”, hükümet karşıtı isyanları, bir ordu ayaklanmasını ve “bir terör saltanatı ile bir dizi cinayeti” tetiklemişti.

*

Hem Pearson’ı hem de Leishman’ı atamış olan Başkan Theodore Roosevelt, Orta Doğu’da reform ve ilerleme olasılığı konusunda daha da şüpheciydi. “Medeni uluslar” olarak Amerika Birleşik Devletleri’nin ve benzerlerinin “Beyaz Adamın Yükü”nü omuzlaması, Asya, Afrika ve Latin Amerika’nın “cahil bırakılmış” halklarını Batılılaştırmak için çalışması gerektiğine yürekten inanan Roosevelt, 1907’de özel bir konuşmasında “Muhammediliğin hüküm sürdüğü yerde ahlaki, entelektüel ve maddi refah beklemenin imkânsız olduğunu” itiraf etmişti. Örneğin Mısırlılar, “tarihin hiçbir döneminde zerre kadar kendi kendini yönetme pratiği göstermemiş bir Müslüman fellahlar halkıydı.” Roosevelt, Britanya’nın Lord Cromer’ını “en büyük modern sömürge yöneticilerinden biri” olarak nitelendirdi ve onun Mısır’ı “tam da Mısır’ın ihtiyaçlarına uygun biçimde yönettiğini” ekledi. Ona göre bu yönetim anlayışının dayanakları, askerî işgalin zorunluluğu, yabancı vesayetin rehberliği ve Hristiyan sabrının erdemiydi.

*

Roosevelt, ırk hiyerarşisinde Müslümanları en alt sıralara yakın bir yere koyduysa, Yahudileri daha tepeye yakın bir yere yerleştirdi. Elbette, asrın başında Amerika’yı hâlâ yöneten aristokrat seçkinlerin diğer pek çok üyesi gibi Roosevelt de Yahudi Amerikalılara dair bazı küçümseyici derecede saldırgan stereotipler besliyordu. Fakat aynı zamanda, Birinci Dünya Savaşı sırasında Türkiye ve Rusya’yı kasıp kavuran anti-Semitizm dalgasını da şiddetle eleştiriyordu ve Kutsal Topraklar’da bir Yahudi devleti kurma fikrinin ilk destekçilerindendi. Roosevelt, Temmuz 1918’de, Amerika Birleşik Devletleri ve müttefiklerinin, “Türk Avrupa’dan sürülene ve... Yahudilere Filistin’in kontrolü verilene kadar asla barış yapmamak için yemin etmeleri” gerektiğini belirtti. İki ay sonra, “Kudüs civarında bir Siyonist Devlet kurmaya başlamanın tamamen uygun” göründüğünü ekledi.

*

Bu eserdeki 'National Geographic' ayrıntıları üzerinden bir bilgilendirme videosu hazırlanabilir.

*

İsrail’in Mayıs 1948’de kuruluşundan İsrail’in çarpıcı bir zafer kazandığı Haziran 1967’deki Altı Gün Savaşı’na kadar geçen on dokuz yıl boyunca, ABD halkı ve siyasetçileri, küçücük Yahudi devletinin kendisinden çok daha büyük Arap rakipleriyle olan mücadelesini, Davut ile Câlût’un İncil’deki hikâyesinin bir yeniden canlandırılışı olarak görmeye başladılar. Amerikan medyasının büyük bir kısmı tarafından oksidental değerleri oryantal komşuları için bir lanet olan jeopolitik bir zayıf halka olarak gösterilen İsrail, Müslüman inançları ve kabile kültürleri National Geographic gibi dergilere yirminci asrın gerçekleriyle giderek daha fazla uyumsuz görünen bir halkı yenmek için cesarete, yaratıcılığa ve giderek artan bir şekilde Batı silahlarına güvendi. Örneğin, National Geographic’in Kasım 1948 sayısı, Kızıldeniz’in ağzındaki Aden’den Doğu Afrika kıyılarına uzanan eski köle ve baharat ticaretinin rotasını takip eden, seren yelkenli bir “Kanatlı Arap Kalyonu” olan Bayan’ın yolculuğunun bir anlatısı olan “Sinbad’ın Oğullarıyla Yelken Açmak” başlıklı yazıyı içeriyordu. Bayan’ın mürettebatının tasviri, ilkel ama mutlu yerli hakkındaki klasik oryantalist miti yeniden teyit ediyordu. Bir altyazıda, “Ağaç Tepelerindeki Maymunlar Gibi Araplar Yaklaşık 40 Metrelik Bir Serene Tırmanıyor,” yazıyordu. “Maaşları bir sadaka ve yiyecekleri kötü, yine de neşeliler.”

Ancak National Geographic’in okurları için batılılaşmış İsrailliler ile geri kalmış Araplar arasında çizdiği keskin karşıtlık, en net şekilde 1947 sonbaharında yayımlanan bir çift makalede ortaya çıktı. “Bir Arkeoloğun Gözünden Filistin” başlıklı yazıda, Tunç Çağı iskeletlerinin ve İncil’den kalma harabelerin fotoğrafları, “Çölü Yeşerten” Siyonist sulama projelerinin ve Bermuda şortları giymiş, güneşlenen Tel Aviv plaj müdavimlerinin anlık görüntüleriyle dönüşümlü olarak yer alıyordu.⁶⁵ Öte yandan, makalenin sonundaki renkli fotoğraflar, doğudaki egzotik ve tehlikeli Arap topraklarının altını çiziyordu. Bir altyazıda, “Varlıklı Mecali Bedevilerinin Şeyhleri Çadırlarının Önünde Kilimler ve Yumuşak Minderler Üzerinde Dinleniyor,” yazıyordu. Birkaç sayfa sonra, bir tüfek, bir tabanca, iki fişeklik ve gümüş bir hançer kuşanmış Ürdünlü bir çöl savaşçısı, kırmızı damalı kefiyesinin altından objektife tehditkâr bir şekilde bakıyordu. 

*


Ara

...