How to Build a House - Mimari Bir Roman
Türkçede yayımlanmamış eserler arayarak geçirdiğim zamanlarda edebiyat adına çok şey öğrendiğimi itiraf etmeliyim. Bir şey yapma isteğim olmadığı vakitlerde kendimi kitaplara veriyorum ve evet yine itiraf etmeliyim ki hayaller kuruyorum. "Şu kitabı yayımlatsak bir yerlerde" veya "şu eseri tercüme etsem" gibi düşüncelerle eğlendiriyorum kendimi. Geçen günlerde yine, bahsettiğim hâl içinde kitap kitap, sayfa sayfa dolaşırken, Eugène Viollet-le-Duc isminde Fransız bir yazarla karşılaştım. Asıl mesleği mimar olan Eugène beyin vakti zamanında bir roman yazdığını keşfettim. Roman İngilizceye de Benjamin Bucknall isimli İngiliz bir mimar tarafından tercüme edilmiş. Eugène beyin ismini ilk kez duyduğum için Türkçeye çevrilmiş bir eseri olup olmadığını bilmiyordum, bu sebeple küçük bir araştırma yaptım ve mimarlığa dair kitaplar basan Janus Yayıncılık'ın bu beyefendinin iki kitabını yayımladığını gördüm. İki eser de direkt olarak mimarlık alanındaydı ve benim keşfettiğim eseri görünürlerde yoktu. İsmini Türkçeye 'Bir Ev Nasıl İnşa Edilir' şeklinde çevirebileceğimiz romanın güzel ve ilginç bir konusu vardı. İçeriğinde çizimlerin de olduğu bu romanın uzunluğunu göz ardı etmeye çalışarak başladım tercüme etmeye. Fakat bir buçuk gün sonra bu işin, kendi işlerimi bayağı bir erteleyeceğini görünce, üzerinde çalışmaktan vazgeçtim. Sonra ne mi yaptım? Bu yazıyı yazmaya karar verdim. Aşağıda romandan tercüme ettiğim yaklaşık 15 sayfayı okuyabileceksiniz. 1874 yılında Londra'da basılan İngilizce nüshaya, ilgililer küçük bir araştırma neticesinde ulaşabilirler. İngilizceye çeviren Bucknall'ın Çevirmen Notu isimli bölümünü de aşağıdaki okuyabilirsiniz. Paul isimli genç bir adamın, kuzeni için bir ev inşa etmesinin sürecini anlatan romanın en güzel tarafı sanırım, alanında nadir bir çalışma olması. Bir mimar edebiyat alanında nasıl bir çalışma yapabilir diye sorulsa, bu kitap güzel bir örnek olarak sunulabilir. Bir gün eserin tamamının çevrilmesini ümid ederek sözlerime son veriyorum.
BÖLÜM BİR
PAUL'ÜN AKLINA BİR FİKİR GELİR
Yaz tatili için evine dönen ve yanında verimli geçirilmiş bir senenin kanıtlarını getiren lise öğrencisinden daha mutlu kim vardır? Her şey ona gülümser. Gökyüzü durudur, doğa en güzel giysisini giymiştir ve meyveler olgunlaşmıştır.
Herkes onu başarısından dolayı kutlar ve altı haftalık dinlenmenin ardından, severek çalıştığı işlere enerjiyle yeniden başlayacağını ve parlak bir geleceğe kavuşacağını öngörür.
Evet, bizim öğrencimiz mutludur; hava olağanüstü hafif, güneş her zamankinden daha parlak görünür ve çayırlar daha zengin bir yeşillik giyinir. Hoşa gitmeyen yağmur bile kokularla yüklüdür.
Sabah olur olmaz parkta en sevdiği yerleri (dereyi, gölü ve çiftliği) tekrar görmek için acele eder; atları, kayığı ve dikilmiş ağaçları görmek için sabırsızlanır.
Çiftçinin karısıyla sohbet eder, kadın ona gülümseyerek fırından henüz çıkmış nefis bir galeta ikram eder. Korucu ile yürür ve korucu, gezinti esnasında ona çevredeki bütün haberleri anlatır. Koyunların çıngırakları kulağa hoş gelir; hatta eskiden küçük olan, şimdiyse boy atmış ve gerçek bir çobanlık mertebesine erişme hayaliyle dolup taşan çoban oğlanın, tekdüze şarkısı bile kulağa müzik gibi gelir.
Gerçekten de mutlu bir dönemdir bu. Ancak birkaç gün sonra ulu ağaçların gölgesi, güzel manzaralar, uzun yürüyüşler, korucunun anlattığı hikâyeler ve hatta kayıkla gezintiler, zihni oyalayacak hoş bir uğraş ortaya çıkmadıkça sıkıcı hâle gelmeye başlar. Yalnızca yaşlılık, hatıralardan zevk alma ve ormanları, tarlaları seyrederken her daim taze bir haz duyma ayrıcalığına sahiptir.
Gençliğin hafızası çabucak tükenir; dingin bir tefekkür ise onun zevkine hitap etmez.
Henüz on altı yaşında canlı ve hareketli bir genç olan Mösyö Paul, belki tüm bu düşüncelere soyut düzeyde dalmıyordu; ancak gerçek şu ki, babasının Berry bölgesinde sahip olduğu geniş topraklarında bulunan evde bir hafta geçirdikten sonra, baba ocağına dönüşünün ona yaşattığı duygu ve izlenimlerin hemen hemen hepsini tüketmişti. Uzun eğitim yılı boyunca gelecek tatil için nice projeler tasarlamıştı! Altı hafta, bunların hepsini gerçekleştirmek için fazlasıyla kısa görünüyordu. Görülecek ne kadar çok şey, söylenecek ve yapılacak ne kadar iş vardı! Oysa sekiz gün içinde her şey görülmüş, söylenmiş ve yapılmıştı bile.
Üstelik kısa süre önce evlenen büyük ablası, eşiyle birlikte uzun bir yolculuğa çıkmıştı. En küçükleri Lucy'ye gelince, o da bebeği ve bebeğinin kıyafetleriyle fazlasıyla meşguldü ve muhterem ağabeyinin düşünce ve faaliyetlerine pek ilgi göstermiyordu.
Gün boyunca yağmur yağmıştı; Paul'ün beşinci kez ziyaret ettiği çiftlik, bu kez kasvetli ve hüzünlü bir görünüm sunuyordu. Duvar diplerine sinmiş tavukların duruşunda bile düşünceli bir hâl vardı; ördekler bile melankolik bir sessizlik içinde çamuru eşeliyordu. Av bekçisi Mösyö Paul'ü bir tavşan avına çıkarmıştı, ancak eli boş ve oldukça ıslanmış olarak geri dönmüşlerdi. Paul’ü hayal kırıklığına uğratacak şekilde, bekçinin hikâyeleri fazlasıyla uzun ve ayrıntılı gelmişti; üstelik birkaç ufak değişiklik dışında üçüncü kez tekrarlandıklarından daha da sıkıcı olmuşlardı. Ayrıca veteriner hekim o sabah Paul'ün üzüntüsünü artırarak, midillisinin soğuk aldığını ve bir hafta ahırdan çıkmaması gerektiğini duyurmuştu. Akşam yemeğinden sonra gazete okunmuştu ama gazetenin siyaset kısmı Paul'ün pek ilgisini çekmemiş, çeşitli haberler bölümü ise son derece sıkıcı bulunmuştu.
Paul'ün babası Mösyö de Gandelau, zirai konularla ve belki biraz da gut hastalığının tedavisiyle fazlasıyla meşguldü, dolayısıyla oğlunun içine düştüğü bu can sıkıntısını hafifletmeye çalışmak aklına bile gelmiyordu. Madam de Gandelau ise, büyük kızının gidişi nedeniyle yaşadığı hüzünden henüz kurtulamamıştı ve çevresindekilerin ne işe yarayacağını anlayamadığı (hatta belki bizzat kendisinin dahî bilmediği) bir goblen işlemeyi, umutsuzluğa varan bir kararlılıkla ilmek ilmek işlemeye devam etmekteydi.
“Marie’den mektup aldın mı?” diye sordu Mösyö de Gandelau gazeteyi bırakarak.
“Evet, canım, bu akşam geldi. Çok iyi vakit geçiriyorlar; hava şimdiye kadar harikaymış ve Oberland’da çok keyifli gezintiler yapmışlar. Şimdi İtalya’ya gitmek üzere Simplon’u geçmek üzereler. Marie bana Baveno’dan, Hôtel de—— adresinden yazacak.”
“Harika! Peki, nasıllar?”
“Gayet iyiler.”
“Hâlâ o önemli mesele için İstanbul’a gitmeyi düşünüyorlar mı?”
“Evet, N——’ye onu gitmeye teşvik eden bir mektup gelmiş; İtalya’yı yalnızca yol üstünde ziyaret edecekler. En geç bir ay içinde Napoli’den gemiye binmeyi umuyorlar. Fakat Marie bana bir yıldan önce dönmelerinin mümkün olmadığını yazıyor. Kendisi bu uzun ayrılığı pek önemsemiyor gibi görünüyor; fakat bana, hiçbir gerekçenin hafifletemediği bir acı veriyor.”
“Ah! Öyle olsa da çocuklarımızın bizim menfaatimize göre evlenmelerini bekleyemeyiz ya! Üstelik zaten böyle olması kararlaştırılmamış mıydı? Derler ki, sevgi, sürekli birlikte yolculuk etmenin sınavını nadiren geçermiş. N—— iyi, asil bir gençtir; çalışkan ve biraz da hırslı ki bu hiç fena bir şey değildir. Marie onu seviyor; zeki ve sağlıklı bir kız. Bu sınavdan başarıyla geçeceklerine hiç şüphem yok ve buraya birbirlerini iyice tanımış iki insan olarak dönecekler; birbirlerinin mutluluğunu nasıl artıracaklarını ve nasıl birbirlerine yeteceklerini öğrenmiş, ayrıca komşularla iyi geçinmeyi sağlayan o bağımsızlık kırıntısını da edinmiş olacaklar.”
“Haklısın sevgilim, şüphesiz öyle; fakat yine de bu uzun ayrılık benim için daha az üzücü olmuyor… Bu yıl bana çok uzun gelecek. Onların odalarını burada tekrar hazırlamaya başlayıp, kavuşmamıza yalnızca birkaç gün kaldığını sayabileceğim zaman geldiğinde, kesinlikle yerimde duramayacağım.”
“Elbette, elbette; ben de onları tekrar evde görmekten büyük mutluluk duyacağım. Paul de öyle! Ancak bir yıl boyunca uzak kalacakları kesin olduğuna göre, şu benim planımı yeniden ele almak için mükemmel bir fırsat doğacak.”
“Sevgilim, ne diyorsun sen? Marie’nin çeyizinin bir parçası olan o arsaya düşündüğün evi inşa etmekten mi bahsediyorsun? Rica ederim senden, sakın böyle bir şey yapma. Burada onlar için, hatta olursa çocukları için bile yeterince yerimiz var. Hem böylesine uzun bir ayrılıktan sonra, Marie’nin bizden uzakta yaşaması, yanı başımda olmaması benim için yeni bir sınama olacak. Üstelik, kocası yılın dörtte üçünü taşrada geçiremez ki; işleri buna izin vermez. Böylece Marie yalnız kalır. Kocası yokken tek başına bir evde ne yapabilir ki?”
“Canım benim, sen ne yaptıysan onu yapacaktır, işimin beni evden sık sık (hatta fazla sık) uzaklaştırdığı zamanları unuttun mu? Üstelik biz o zaman gençtik. Marie bakacağı bir eve sahip olacak; mülkünü yönetmeyi öğrenecek, meşguliyetleri ve sorumlulukları olacak; böylelikle hem kendinden hem de düşünce ve çabalarının sonucundan hoşnut kalacak. İnan bana, evlenmiş çocukların ebeveynleriyle bir arada yaşaması, en sıcak aile bağlarının bile zayıflayıp yok olmasına yol açabiliyor. Bir kadın kendi evinin hanımı olmak ister; bu, doğru ve haklı bir duygudur ve buna karşı çıkmamalıyız. Akıllıca yetiştirilmiş bir kadın, ilgileneceği bir evi olduğunda ve bunun getirdiği her türden sorumluluk ve bağımsızlık sayesinde, tüm yaşamını vesayet altında geçirmiş bir kadından daha iyi biçimde karakterinin saygınlığını koruyabilir. Marie burada çok rahat eder, bizimle olmaktan mutluluk duyar ve kocası da onun bizimle olduğunu bilmekten hoşnut olur; fakat kendine ait bir yuvası olmaz. Evlenmemiş bir kız yalnızca annesinin yanında kendi yerindedir; ama evli bir kadın, ancak kendi evinde yaşayabilir. Annesinin evindeki evli bir kadın, orada sadece bir misafirdir. Böyle bir ortak yaşamdan, herhangi bir karşılıklı huzursuzluk çıkmayacağını varsaysak bile (ki bunun yaşanmaması pek mümkün değil) pratik meselelerde ilgisizlik, kayıtsızlık ve hatta can sıkıntısı ve bunlardan kaynaklanan tüm tehlikeler kaçınılmazdır. Kızını, görevlerini şevkle yerine getirecek biri olarak yetiştirdin; ona her zaman gözlemlemesi kaçınılmaz, çalışkan bir örnek oldun. Öyleyse ona bunun imkânlarını sunalım. Onu kendi evini yönetirken ve orada bizi ağırlamaktan keyif alırken görmek seni daha mutlu etmez mi? Burada, yanında sürekli dururken, yapacak bir şeyi olmadan, sessiz ve saygılı bile olsa, senin tüm hareketlerinin ve davranışlarının bir gözlemcisi, hatta yargılayıcısı olarak görmek daha mı iyi? Kocasının, işlerinden vakit bulduğu anlarda, evinde karısını görmekten, yokluğunda yapılanların kendisine gösterilmesinden dolayı yaşayacağı mutluluğu, yuvalarını her gün daha rahat ve güzel hâle getirme çabasını takdir etmekten duyacağı zevki düşünebiliyor musun? Dikkatle bakarsan göreceksin ki günümüzde, yüksek toplumsal konumlarına rağmen en çok dedikodu konusu olan kadınlar, genellikle erken evlilik yaşamlarını böyle geçirmiş, kendilerine ait bir evleri olmadan ne kız evlat ne de ev sahibesi (gerçek adını koyalım: sorumlu bir ev sahibi kadın) olarak tanımlanamayacak bu tür belirsiz bir yaşam sürmüş olanlardır.”
Madame de Gandelau’nun nakışını birkaç damla gözyaşı ıslatmıştı.
“Yine haklısın, canım,” dedi, kocasının elini sıkarak. “Planın doğru ve mâkul.”
Paul, resimli bir derginin sayfalarını karıştırıyor gibi görünse de konuşmanın tek kelimesini bile kaçırmamıştı. En büyük ablası için bir ev inşa edildiğini düşünmek onu fazlasıyla heyecanlandırıyordu. Genç hayal gücüyle, gelecekteki bu ev, eski aile konağıyla karşılaştırıldığında, şimdiden zarif, görkemli, ışıl ışıl ve neşe dolu bir peri sarayı gibi görünüyordu ona.
Doğrusu Bay de Gandelau’nun evi, gözü okşayacak hiçbir güzelliğe sahip değildi. Zaman içinde art arda eklemelerle genişletilmişti. Kasvetli görünüşlü iki uzun kanat, asıl yapıya özensizce iliştirilmişti. Eskiden bir şato olan bu yapının iki köşesinde kuleler yükseliyordu; fakat şimdi o kuleler yıkık döküktü, üstlerinde alçak çatılar vardı. İki kanat ile ana yapı arasında, her daim rutubetli bir avlu uzanıyordu. Avlu, eski demir parmaklıklarla çevriliydi ve eski bir hendekten kalan, şimdilerde bostana çevrilmiş bir alanın kalıntılarıyla çevrelenmişti. Eski şato binasının uzantısı olan üçüncü bir kanadı ise Bay de Gandelau, evlendikten kısa süre sonra yaptırmıştı. Burada ailenin özel odaları bulunuyordu ve bu bölüm şatonun en cazip kısmıydı. Oturma odası, yemek salonu, bilardo odası ve Bay de Gandelau’nun çalışma odası, eski ana binanın içindeydi. Paralel uzanan iki kanada gelince; bu bölümlerdeki odalar, düzensiz geçitlere açılıyordu ve zeminleri eşit yükseklikte olmadığı için dikkatsiz adımlar açısından biraz tehlikeliydi.
Ertesi sabah Paul, midillisinin nasıl olduğunu görmek için dışarı çıktığında, avluya küçük bir el arabasıyla giren yaşlı Usta Branchu’yla karşılaştı. Arabada odun parçaları, alçı torbaları ve birkaç alet vardı.
“Bunlarla ne yapacaksınız Usta Branchu?”
“Güvercinliği tamir edeceğim Mösyö Paul.”
“Size yardım etmeyi ne kadar isterdim!”
“Hayır Mösyö Paul, üstünüzü kirletirsiniz; üstelik yaralanabilirsiniz de. Bu sizin işiniz değil. Ama isterseniz bizi çalışırken izleyebilirsiniz.”
“Bir şeyler inşa etmek ne harika bir eğlence olsa gerek!”
“Eğlence derseniz, pek eğlenceli bir şey değil; ama babanız gibi iyi ve cömert bir bey için çalışıyorsanız, ücretinizi düzenli alıyorsanız, sıcak günlerde bir şişe şarap veriliyorsa ve yanında çalıştığınız insanlar hak ettiğiniz şeyleri sizden esirgemiyorsa, o zaman iş keyiflidir. İşinizi yaparsınız ve günün sonunda aletlerinizi neşeyle toplarsınız. Ama eli sıkı kimselerle çalışıyorsanız, bu iş çekilmez hâle gelir. Çünkü çalışmak için kullanacağınız malzemelerin parasını siz ödemek zorunda kalırsınız. Arabadaki bu alçının, tuğlaların ve diğerlerinin elbette bir bedeli var. Eğer ücretinizi alamazsanız, başka yerden para bulmanız gerekir ve bu da bitmek bilmeyen dertlere yol açar. Neyse, gitmem gerek; bakın çocuk beni bekliyor.”
“Büyük bir ev de yapabilir misiniz Usta Branchu?”
“Sanırım yapabilirim Mösyö Paul. Belediye başkanının evini ben yaptım mesela; ki o ev de yeterince büyüktür!”
Bu arada Paul, artık saatlerin dün olduğu gibi ağır geçtiğini hissetmiyordu; çünkü aklına bir fikir gelmişti.
Ablası için yapılacak bu ev düşüncesi hayal gücünü bütünüyle ele geçirmişti. Bazen onu bir saray gibi düşünüyor; bazen eski tarz kuleli bir malikâne, bazen de sarmaşık ve orman asmasıyla kaplı, sayısız işlemeli balkonları olan İsviçre tarzı küçük bir kır evi olarak hayal ediyordu. Yetişkin bir kuzeni vardı, kendisi mimardı. Onu birçok kez çizim tahtasının başında çalışırken görmüştü. Kuzeninin eli altında, yapılar adeta sihirli bir şekilde yükseliyordu. Çok zor bir işe benzemiyordu. Kuzeni Eugène, şatoya geldiğinde kaldığı odada gerekli çizim araçlarını bırakıyordu. Paul, hayal gücünde beliren bu planlardan birini kâğıda dökmeyi deneyecekti. Fakat daha başlangıçta bir sorunla karşı karşıyaydı: Ablasının en çok hoşuna ne giderdi? Kuleleri ve mazgallarıyla eski tarz bir şato mu, İsviçre tarzı bir kır evi mi, yoksa bir İtalyan villası mı? Eğer sürpriz yapmak istiyorsa, hiç olmazsa hoş bir sürpriz olmalıydı bu. Paul, bir saatlik sağlam bir düşünme sürecinin ardından, haklı olarak babasına danışması gerektiğine karar verdi.
“Ah, ah! Çok acelecisin,” dedi babası, Paul’ün ilk cümlelerini duyar duymaz. “Ama henüz o aşamaya gelmedik. Demek Marie’nin evi için bir plan çizmek istiyorsun. Peki, bir dene bakalım. Ama önce ablanın ne istediğini öğrenmeliyiz, evini nasıl düzenlemek ister onu bilmeliyiz. Aslına bakarsan, işleri biraz hızlandırmaktan da şikâyetçi değilim. Ona bir telgraf çekeriz.”
Telgraf
“Baveno. İtalya. Gönderen X—— Mad. N——, Hôtel de ——. Paul, burada Marie için bir ev yapmak istiyor. Program gönderin.”
Yirmi saat sonra aşağıdaki telgraf şatoya ulaştı:
“X——. Baveno’dan, Mösyö de Gandelau’ya. Bu sabah vardık, her şey yolunda. Paul’ün fikri harika. Zemin kat: giriş holü, oturma odası, yemek odası, kiler, yer altında olmayan mutfak, bilardo odası, çalışma odası. Birinci kat: iki büyük yatak odası, iki giyinme odası; banyolar, küçük bir yatak odası, bir giyinme odası, çamaşır odası, dolaplar, çatı katı odaları; bol dolap; tehlikeli olmayan bir merdiven. Marie N——.”
Ablasının kendisine gönderilen mesajı ciddiyetle karşıladığından ve ona göre yanıtladığından bir an bile şüphe duymayan Paul, kararlı biçimde işe koyuldu. Eugène’ın odasına yerleşti, çizim konusundaki tüm becerilerini ortaya koydu ve verilen programı kâğıt üzerinde gerçeğe dönüştürmeye çalıştı. Bu girişimin güçlükleri, Mösyö Paul’e kahvaltının hazır olduğunu iki kez haber vermeyi gerektirecek kadar ciddiydi. Öğleden sonra hızla geçip gitti ve akşam yemeği için bir araya geldiklerinde Paul, planlarla ve cephe çizimleriyle dolu, güzel bir kâğıdı gururla sundu.
"İyi bir iş çıkarmışsın," dedi M. de Gandelau kâğıdı incelerken; "ama kuzenin yarın geliyor, senin planını benim yapabileceğimden daha iyi eleştirebilir."
Bütün gece boyunca Paul heyecan içindeydi. İdaresi altında bir sarayın yükseldiğini hayal etti. Ancak yapısında her zaman bir kusur vardı. Pencereler yoktu; merdiven sadece sallanan basamaklardan ibaretti ve kız kardeşi Marie o basamaklara basmaya cesaret edemiyordu. Bir yerde tavanlar öyle alçaktı ki dik duramazdınız; başka yerlerde ise korkunç yükseklikteydiler. Yaşlı Branchu gülüyor ve duvarları sarsarak onların sağlam olmadığını gösteriyordu. Bacalar korkunç şekilde tütüyordu ve küçük kız kardeşi bebeği için bir oda talep ediyordu.
Paul, kalkar kalkmaz planına tekrar bakmış ve onun bir önceki gece olduğu kadar tatmin edici olmadığını fark etmişti; aslında, kuzenine gösterme düşüncesiyle yüzü kızarmıştı, tereddüt ediyor ve tüm günün acı verici emeğini yok etmeyi düşünüyordu.
"Baba, sanırım kuzenim çizimimi gösterirsem benimle dalga geçecek."
"Sevgili oğlum," diye yanıtladı M. de Gandelau, "elimizden geleni yapınca, yani yapabileceğimizin en iyisini yapınca, bilgimizin yetersizliğini anlamamıza ve eksiklerini gidermemize tek yol olan eleştiriden kaçınmamalıyız. Bir sabah içinde mimar olabileceğini düşünürsen aptalca davranmış olursun; ama iyi olduğunu düşündüğün bir fikri, çizimle veya başka türlü ifade etmek için çaba sarf ettikten sonra, daha yetenekli birinden daha fazla eleştiri alacağın korkusuyla denemeni sunmaktan çekinirsen, bu alçakgönüllülük değil, kınanması gereken bir kibir olur; çünkü bu, özellikle şu yaşında, karşılaşman gereken, olmazsa olmaz denilebilecek tavsiyelerden mahrum kalmanı sağlar."
Kuzeni geldiğinde, M. de Gandelau oğlunu, bir gün evvel o kadar zahmetle tasarladığı kâğıdı tekrar açmaya ikna etmek zorunda kaldı.
"Peki genç kuzenim," dedi misafirleri, "mimar olmak istiyorsun ha? Dikkat et! Bu meslek, kâğıdında üzerinde göründüğü kadar güllük gülistanlık değildir."
Birkaç kelimeyle Eugène'a niyet edilenler anlatıldı.
"Çok iyi! İşte salon ve giriş holü. Merdiveni tam olarak anlamadım ama bu detay meselesi. Peki ya yükseltiler? Ama bu bir saray! Sütunlar, korkuluklar! Hemen işe başlayabiliriz."
"Başlayabilir miyiz kuzen? Şunu Usta Branchu'ya gösterelim; hemen yakında çalışıyor."
"Bir yapıyı ne kadar çabuk yükseltmek istersek, her şeyin önceden kusursuz biçimde düzenlenmiş olması çok mühimdir kuzenim; bunu bilmelisin. Metotlu çalışmamız gerekiyor. Hatırla komşun Kont ——’nin yaşadığı sıkıntıları; altı yıldır, her bahar yeniden başlayıp duruyor şatosuna; odaların boyutları üzerine biri, merdivenlerin yerleşimi hakkında bir başkası, üslup ve dekorasyon üzerine bir diğeri olmak üzere komşularının vermekten geri kalmadıkları tüm tavsiyelere kulak asmaktan ötürü, her seferinde yapının en başına dönmek zorunda kaldı. Bu yüzden komşunun çektiği sıkıntıyı aklından çıkarma kuzen; çünkü başlangıçta her şey çok iyi planlanmamıştı. Bizimse önümüzde yalnızca bir yıl var; o hâlde hata yapmayacağımızdan emin olarak başlamalıyız. Ayrıca planı kız kardeşin de onaylamalı. Öncelikle metodik biçimde hareket etmeliyiz. Bu işin üstesinden sistemli biçimde gelmeliyiz. Bu nedenle sevgili kuzenim, attığımız her adımda dikkatli olmalı ve hiçbir yanlış adıma yer vermemeliyiz. Yapımın yöntemini belirlemekle işe başlayalım. Basit ve hızlı biçimde inşa edilebilecek bir yöntem seçmeliyiz. Bu, senin fikirlerine uyuyor mu? Cephede sütunlar kullanmak istiyorsun; peki ne amaçla? Eğer sütunlar bir sundurma oluşturacaksa, odaları karanlık ve kasvetli kılacaktır; yok eğer duvarlara bitişikse burada hiçbir işe yaramazlar. Bir de şu var; yemek odasına salondan geçiliyor. Ancak siz sofradayken misafir gelirse onları ya kapıda bekletecek veya sizi ve dostlarınızı yemek yerken izlemeye davet etmek durumunda kalacaksınız. Bir de mutfak bilardo odasına açılıyor. Yapma, gel bu meseleyi biraz daha derinlemesine ele alalım. Sonra… Sütunlar koymuşsun ön cepheye, peki ne maksatla? Yukarıda belirttiğim gibi; eğer sütunlar bir sundurma meydana getirirse odalar karanlık olur, duvara yaslanırsa zaten burada anlamsız kalırlar. İşleri biraz daha derinlemesine düşünelim. Bu yüzden bu akşam üzerinde iyice düşün, yarın sabah erken vakitte planımızı detaylandırmaya girişiriz."
BÖLÜM İKİ
PAUL’ÜN FİKRİ, ALDIĞI YARDIMLA GELİŞTİRİLİYOR
Gerçekten de sabahın erken saatlerinde Paul’ün, kuzeninin odasına girdiği görüldü. Her şey hazırdı: Çizim tahtası, T cetvelleri, pergel ve kalemler.
"Buraya otur sevgili kuzenim; düşüncelerimizin sonucunu kâğıda dökecek kişi sensin. Çalışmamıza bu şekilde başlayacağız.”
“Tamamdır kuzen. Bak, malikânenin haritası burada. Platoyu güney tarafından ekilebilir araziler çevreliyor, ardından arazi kuzeye doğru biraz eğimlenerek dereye doğru iniyor. İşte burada, aşağıda, Michaud’nun değirmenini döndüren dere akıyor.”
“Arazinin planı üzerinde göster bana şunu. Tamam, gördüm.”
“Bak kuzenim, işte burası. Platonun güney tarafında tarıma elverişli araziler var; sonra arazi hafifçe kuzeye doğru, dereye kadar alçalıyor.”
“En güzel manzara hangi yöne doğru?”
“Güneydoğuya, vadinin aşağısına doğru.”
“Babanın evinden çayıra nasıl gidiliyor?”
“Ormanı geçerek; sonra vadinin dibine doğru inen bu yola çıkıyorsun, şuradaki köprüyü geçip, bu patikayı izleyerek platoya doğru çapraz bir şekilde yukarı çıkıyorsun.”
“Çok iyi; demek ki evi kuzeye bakan yamacın neredeyse üst kısmına inşa etmeliyiz. Böylece kuzeybatı rüzgârlarından yanındaki orman sayesinde korunur. Giriş kısmının yukarı çıkan yola bakması gerekir. Fakat esas odaları güneydoğu tarafına, yani en güzel manzaraya dönük biçimde konumlandırmalıyız. Ayrıca aynı taraftaki açık manzaradan da faydalanmalı ve sağda, vadinin aşağısına doğru akan tatlı su kaynağını da ihmal etmemeliyiz. Bu sebeple o kaynağa yaklaşmalı ve evi doğanın bizim niyetimize uygun şekilde yerleştirdiği, platodan birkaç metre aşağıdaki o elverişli dinlenme yerine kurmalıyız. Böylece güneybatı rüzgârlarından nispeten korunmuş oluruz. Ayrıca önümüzde göz alabildiğine uzanan sıkıcı görünüşlü düzlüğü de görmeyiz. Bu hususu kararlaştırdıktan sonra, bir de programa bakalım. Odaların ölçüleri belirtilmemiş, bunları bizim belirlememiz gerekiyor. Babanın bana anlattığına göre, bu ev sürekli oturulacak bir yer olacakmış; yazın olduğu gibi kışın da yaşanabilir olacakmış. Dolayısıyla büyük bir arazi sahibine uygun her şeyi içermeli. Bu ev için yaklaşık 8000 sterlin harcamayı düşünüyor. Dolayısıyla konu ciddi bir çalışma gerektiriyor; özellikle de kız kardeşin ve kocası 'konfor' konusuna çok önem verdiklerinden dolayı… Paris'teki evlerini gördüm, harika biçimde döşenmişti fakat gösterişe veya yalnızca dış görünüşe yönelik hiçbir şey yoktu. Bu verilerden hareket edebiliriz. Öncelikle zemin katın planıyla başlayalım. Ana oda, ailenin bir araya geldiği salon olacaktır. Bu salona en azından 4-5 metre genişlik ve 7-8 metre uzunluktan az vermemiz mümkün değil. Öncelikle bu boyutlarda bir dikdörtgen çiz. Ah, dur biraz! Göz kararı çizme, ölçeğini kullan.”
Paul, öğretmenine biraz şaşkın bir ifadeyle baktı.