Thomas Wolfe'ün Eve Bak Melek'ini Neden Yarım Bıraktım?
Başlıktan, sanki kitabı okumayı yarım bırakmışım gibi anlaşılabilir. Hayır, tercümesini yarım bıraktım. Tam olarak tarihi hatırlamıyorum fakat sanırım yarım sene oluyordur, Thomas Wolfe'ün meşhur eseri Look Homeward, Angel'ı tercüme etmeye başlamıştım. Yine tarihi tam olarak hesaplayamam fakat en az 6-7 senedir de tercüme edilmesi üzerine düşünüp duruyordum. Bence bu vakte kadar çevrilmemesi oldukça üzücü ve saçma idi. Epona Yayınları'nda çalışırken bir hanımefendiyle tercüme için anlaşmıştık fakat ne yazık ki ilk bölümden sonra devamını getiremedik. Birçok kitap ile iştigal olduğum için de Wolfe'ün peşine düşemedim. 2024 senesinin sonuna doğru ise 'Bismillah' diyerek başladım tercüme etmeye.
Zaman akıp gitti ve bugün takvim yaprakları 12 Ramazan 1446 - 12 Mart 2025 gününü gösteriyor, ben de değerli arkadaşım Uğur Karabürk'ün bir haberiyle bu yazıyı yazmaya başlamış bulunmaktayım. Uğur'un verdiği habere göre İthaki Yayınları, Wolfe'ün Eve Bak Melek isimli eseri için ISBN almış. Yani başka birileri de bir yandan Eve Bak Melek'i tercüme ediyorlarmış. Elbette kendi tercümeme başladığımda, birilerinin başlamamış olmasını umuyordum. Korktuğum başıma geldi denebilir. Vardır bir hayr bu işte de demek en iyisi.
Peki, şimdi ne olacak? Buraya aktarmak istemediğim bazı düşüncelerim sebebiyle tercümeyi yarım bırakıyorum. Hayatım boyunca birçok tercümeyi yarım bıraktım. Birçoğunun da farklı farklı sebepleri vardı. Melankolinin Anatomisi ile ilgili olan mevzuu şuradan okuyabilirsiniz mesela. Yani, bu ne ilk oldu ne de son olacak...
Wolfe'ün eseri 39 bölümden müteşekkil. Ben 10 bölümünü tercüme etmiştim. 11. bölüme başlamak nasip olmadı. PENGUIN MODERN CLASSICS dizisinden 2016 yılında yayımlanan baskı üzerinden çalışıyordum. Uğur'un verdiği bilgilere göre İthaki Yayınları etiketiyle yayımlanacak eserin mütercimi Hüseyin Aksakal beyefendi imiş. Kitap yayımlanır yayımlanmaz alıp okuyacağım. Edebiyatı mı yoksa sigara içmeyi mi daha çok seviyorum diye düşünüyorum bazan.
Buraya kadar zahmet edenler için ise küçük bir hediye hazırladım. Bu yazıya Eve Bak Melek'in tercüme ettiğim 10 bölümünü yerleştiriyorum. Böylece, belki ileride karşılaştırma yapmak isteyenler yahut eser hakkında bir fikir edinmek isteyenler olur da istifade ederler.
Son olarak, eserin ismini yukarıda süreki Eve Bak Melek şeklinde andım. İthaki'den bu isimle yayımlanacak. Lâkin ben tercümeyi tamamlayabilseydim başka bir şekilde söylemeyi tasarlıyordum. Her neyse. İşte karşınızda Wolfe!
BİRİNCİ BÖLÜM
BİRİNCİ KISIM
… bir taş, bir yaprak, bulunamamış bir kapı; bir taşın, bir yaprağın, bir kapının izinde. Ve tüm unutulmuş yüzlerin.
Çıplak ve yalnız sürgün edildik. Anamızın karanlık rahminde onun yüzünü bilmezdik; onun etinin zindanından, bu dünyanın anlatılmaz ve paylaşılmaz zindanına düştük.
Hangimiz kardeşini tanımıştır? Hangimiz babasının yüreğine bakmıştır? Hangimiz daima hapsolmaktan kurtulmuştur? Hangimiz sonsuza dek bir yabancı ve yalnız değildir?
Ah, kaybın boşluğu, sıcak labirentlerde yitip gitmiş, parlak yıldızların arasında, bu en yorgun ve solgun külde kaybolmuş! Sessizce hatırlayarak o büyük unutulmuş dili, cennete açılan kayıp patikanın sonunu, bir taşı, bir yaprağı, bulunamamış bir kapıyı arıyoruz. Nerede? Ne zaman?
Ah, kayıp ruh, rüzgârın yasını tuttuğu hayalet, geri dön.
—
İngilizleri Hollandalılara götüren bir kader zaten yeterince tuhaf; ancak Epsom’dan Pennsylvania’ya, oradan da horozun gururlu mercan rengi çağrısı ve meleğin yumuşak taş gülümsemesi üzerinde Altamont’u çevreleyen tepelere götüren bir kader, tozlu bir dünyada, yeni bir büyü doğuran şansın, karanlık mucizesine dokunmuştur.
Her birimiz, hesaplanmamış tüm toplamların ta kendisiyiz: Bizi çıplaklığa ve geceye geri çıkarın, dört bin yıl önce Girit'te başlayan, dün Teksas'ta sona eren o aşkı göreceksiniz.
Yok oluşumuzun tohumu çölde açacak, şifamızın panzehri dağ kayasının yanında yetişecek. Ve hayatlarımız, Londra’da asılmamış bir hırsız yüzünden, bir Georgia fahişesi tarafından perili bir hâle bürünecek. Her an, kırk bin yılın meyvesidir. Dakikalar kazanılan günler, sinekler gibi, ölüme doğru vızıldayarak uçarlar ve her an, tüm zamanın penceresidir.
İşte bir an:
Gilbert Gaunt adında bir İngiliz, daha sonra muhtemelen Amerikan telaffuzuna uyum sağlamak adına Gant olarak değiştirdiği soyadıyla, 1837’de Bristol’dan Baltimore’a yelkenli bir gemiyle geldi. Kısa süre sonra satın aldığı bir meyhanenin gelirlerini savurganca harcadı. Batıya, Pennsylvania’ya doğru yol aldı. Köy avlularının şampiyonlarıyla dövüştürdüğü dövüş horozlarıyla, tehlikeli denebilecek bir geçim sağladı. Sık sık, geceleri köy hapishanesinde geçirdikten sonra, şampiyonu savaş alanında ölü yatarken, cebinde tek bir kuruş olmadan, hatta bazen de bir çiftçinin yumruklarının izleriyle yüzünde, kaçmayı başardı. Ancak daima kaçtı ve sonunda hasat zamanında, Hollandalıların arasına geldiğinde, topraklarının bereketi karşısında o kadar etkilendi ki, orada demir attı. Bir yıl içinde, tüm diğer Hollandalılar gibi, seyahat havası ve özellikle de büyük Edmund Kean tarzında, Hamlet’i canlandırdığı zamanlardaki büyük lafları ile büyülenen, düzgün bir çiftliği olan, genç bir dul kadınla evlendi. Herkes onun oyuncu olması gerektiğini söylüyordu.
İngiliz, bir kız ve dört erkek çocuk dünyaya getirdi, rahat ve kaygısız yaşadı ve karısının sert ama dürüst dilinin ağırlığını sabırla taşıdı. Yıllar geçti, parlak, biraz da sabit bakan gözleri matlaştı ve torbalandı, uzun boylu İngiliz, gut hastalığının verdiği aksaklıkla yaşamaya devam etti. Bir sabah, karısı onu uykusundan uyandırmak için geldiğinde, felç geçirerek vefat ettiğini gördü. Ardında beş çocuk, bir ipotek ve artık parlak ve açık bakan garip, karanlık gözlerinde, ölmüş bir şey daha bıraktı: Yolculuklara duyulan tutkulu ve belirsiz bir açlık.
Bu mirasla İngiliz’i geride bırakıyoruz ve bundan sonra dikkatimizi, mirasını bıraktığı varisine, Oliver adındaki ikinci oğluna çeviriyoruz. Bu çocuk, annesinin çiftliğinin yakınındaki yol kenarında nasıl durdu ve tozlu İsyancıların Gettysburg’a giderken geçit yaptığını nasıl gördü, Virginia’nın büyük adını duyduğunda soğuk gözlerinin nasıl karardığını ve savaşın bittiği yıl, henüz on beş yaşındayken, Baltimore’da bir sokakta nasıl yürüdüğünü ve küçük bir dükkanda ölümün pürüzsüz granit levhalarını, oyulmuş kuzular ve melekleri ve soğuk tüberküloz ayakları üzerinde duran, yumuşak taş aptallığıyla gülümseyen bir meleği nasıl gördüğünü anlatmak daha da uzun bir hikâye. Ancak biliyorum ki, soğuk ve sığ gözleri, ölü bir adamın gözlerinde yaşamış olan belirsiz ve tutkulu bir açlıkla kararmıştı ve bu açlık, Fenchurch Street’ten Philadelphia’ya kadar uzanmıştı. Çocuk, zambak sapı gibi oyulmuş büyük meleğe bakarken, soğuk ve isimsiz bir heyecana büründü. Büyük ellerinin uzun parmakları kapandı. Dünyadaki her şeyden daha çok, bir keskiyle, incelikle oymak istediğini hissetti. İçindeki karanlık ve dillendirilemeyen bir şeyi, soğuk taşın içine işlemek istiyordu. Bir melek başı oymak istiyordu.
Oliver dükkâna girdi ve tahta çekiçli sakallı adama iş sordu. Taş kesicinin çırağı oldu. Beş yıl o tozlu avluda çalıştı. Taş kesici oldu. Çıraklığı bittiğinde bir adam olmuştu.
Hiç bulamadı. Melek başı oymayı hiçbir zaman öğrenemedi. Güvercin, kuzu, ölümün birleşmiş pürüzsüz mermer elleri ve güzel ve ince harfler, fakat melek değil. Ve tüm yılların israfı ve kaybı, Baltimore’daki gürültülü yıllar, çalışma ve vahşi sarhoşluk ve Booth ve Salvini'nin tiyatrosu, taş kesici üzerinde yıkıcı bir etki oluşturdu, asil hakaretlerin her bir tonlamasını ezberledi ve kocaman konuşan elleriyle, hızlı hareketlerle, sokaklarda mırıldanarak yürüdü, bunlar sürgünümüzün kör adımları ve dokunuşları, dilsizce hatırlayarak, büyük unutulmuş dili, cennete giden kayıp patika sonunu, bir taşı, bir yaprağı, bir kapıyı ararken açlığımızı resmetmek. Nerede? Ne zaman?
Asla bulamadı ve kıtanın ötesine, Yeniden Yapılanma Güneyi’ne doğru sendeleyerek ilerledi, altı ayak dört inç boyunda, soğuk ve huzursuz bakışları, iri bir burun ve durmaksızın akan bir hitabet seliyle garip, vahşi bir figür; klasik bir sıfat kadar resmileşmiş, tuhaf ve komik bir yergiyi ciddiyetle kullanıyordu ama ince, sızlanır gibi duran dudaklarının kenarında, hafif, huzursuz bir gülümsemeyle.
Orta Güney eyaletlerinden birinin küçük başkenti Sydney'de iş kurdu, yenilginin ve düşmanlığın izlerini hâlâ taşıyan bir halkın, dikkatli bakışları altında ölçülü ve çalışkan bir yaşam sürdü. Sonunda, iyi bir isim edinip kabul görerek, kendisinden on yaş büyük, zayıf, veremli bir dikişçi kadınla evlendi; bu kadın, küçük bir birikime ve sarsılmaz bir evlilik arzusuna sahipti. On sekiz ay içinde yeniden çılgın bir adam hâline geldi, küçük işi iflas etti, ayakları parlatılmış demir çubuktan ayrılmadı, ve yerlilerin dediğine göre yaşamını uzatmaya yardım etmediği karısı Cynthia, bir gece âni bir kanamanın ardından birden öldü.
Ve her şey yine kaybolmuştu, Cynthia, dükkân, zorlukla kazanılmış ağırbaşlılık övgüsü, meleğin başı. Karanlık sokaklarda dolaşıyor, isyan dolu yollarına ve tüm tembelliklerine karşı, beşlik ölçülü lanetini haykırıyordu; fakat korku, kayıp ve pişmanlıkla hasta hâlde, kasabanın kınayan bakışları altında boynu büküldü ve kendi zayıf bedeninde et eridikçe, Cynthia’nın azabının, artık kendisinden intikam aldığına emin oldu.
Otuzunu henüz geçmişti, fakat çok daha yaşlı görünüyordu. Yüzü sararmış ve çökmüştü; mum gibi burnu bir gagayı andırıyordu. Üzüntüyle aşağıya doğru asılı, uzun, kahverengi bıyıkları vardı.
Çok içmesinden dolayı sağlığı bozulmuştu. Bir çöp gibi zayıftı ve öksürüyordu. Artık bu yalnız ve düşman kasabada, Cynthia'yı düşünüyor ve korkuyordu. Verem olduğunu ve öleceğini zannediyordu.
Böylece Oliver, yine yalnız ve kaybolmuş bir hâlde, dünyada ne bir düzen ne de bir yer bulamadan, ayaklarının altındaki toprak çekilip gitmişken, amaçsızca, kıta boyunca sürüklenişine geri döndü. Batıya, büyük dağ kalesine doğru yöneldi; arkasında kötü şöhretinin bilinmeyeceğini düşünerek, orada yalnızlık, yeni bir hayat ve sağlığını yeniden bulmayı umuyordu.
Zayıf hayaletin gözleri, gençliğinde olduğu gibi tekrar karardı.
Ekim'in ıslak ve gri göğü altında, Oliver bütün gün batıya doğru, o görkemli eyaletin üzerinden yol aldı. Pencereden hüzünle bakarken, vahşi doğada yalnızca küçük sürüngen izleri gibi görünen, seyrek işlenmiş, verimsiz ve ara sıra rastlanan ufak çiftliklerle dolu o büyük, çorak araziyi izliyordu; kalbi soğuk ve ağır bir kurşun gibi oldu. Pennsylvania’nın büyük ambarlarını, olgun, altın buğday başaklarının bükülüşünü, bereketi, düzeni, insanların temiz ve tasarruflu yaşamlarını düşündü. Kendi için bir düzen ve mevkî elde etme arzusuyla yola çıkışını; yaşamının taşkın karmaşasını, yılların silik izlerini, gençliğinin kırmızı israfını düşündü.
Tanrı aşkına! diye düşündü. Yaşlanıyorum! Neden buradayım?
Hayalet yılların ürkütücü geçidi zihnine uğradı. Âniden hayatının bir dizi tesadüfle şekillendiğini gördü: Armageddon'u söyleyen çılgın bir âsi, yolda duyduğu bir boru üfürüşü, ordunun katır ayak sesleri, tozlu bir dükkânda, beyaz yüzlü bir meleğin aptalca bakışı, yanından geçen bir fahişenin kalçalarının küstahça kıvrılması Sıcaklık ve bolluktan savrularak bu çorak topraklara düşmüştü, pencereden dışarı bakıp ekilmemiş, nadasa bırakılmış toprağı, Piedmont’un sert ve ham yükselişini, çamurlu kırmızı kil yollarını, istasyonlarda ağzı açık bakan perişan insanları, dizginlerin başında cılız bir çiftçi, aylak bir zenci, dişleri eksik bir köylü, kirli bir bebeği taşıyan sert yüzlü solgun bir kadını gördüğünde, kaderin tuhaflığı onu korkuyla bıçak gibi delip geçti. Temiz Hollanda düzeninden, gençliğinin o idareli dünyasından nasıl olmuş da bu uçsuz bucaksız, kayıp raşitizm topraklarına gelmişti?
Tren, pis kokulu toprakların üzerinde gürültüyle ilerliyordu. Yağmur sürekli yağıyordu. Bir fren görevlisi cereyanın içinde kirli pelüş vagonun içine girdi ve vagonun ucundaki büyük sobaya bir kova kömür boşalttı. Çevrilmiş iki koltuk üzerine yayılmış bir grup taşralı, yüksek ve anlamsız kahkahalarla sallandılar. Çan tekerleklerin gürültüsünün üzerinde hüzünlü bir şekilde çınlıyordu. Tepelerin eteğine yakın bir kavşak kasabasında, sıkıcı ve bitmek bilmeyen bir bekleyiş vardı. Sonra tren, uçsuz bucaksız dalgalanan toprakların üzerinde yeniden ilerlemeye başladı.
Alacakaranlık çöktü. Dağların büyük kütleleri sisin arasından belirmeye başladı. Yamaçtaki kulübelerde küçük dumanlı ışıklar yandı. Tren, hayalet gibi suların üzerinden geçen yüksek köprülerde ağır ağır ilerliyordu. Yukarılarda, aşağıda, ince dumanlarla tüten oyuncak gibi kulübeler, kıyıya, dar geçitlere ve yamaçlara yapışmış duruyorlardı. Tren, o kırmızı oyulmuş yarıklar arasında yavaş ve zahmetle kıvrılarak yukarı tırmanıyordu. Karanlık bastığında, Oliver rayların son bulduğu Old Stockade kasabasında indi. Dağların son büyük duvarı, çıplak bir hâlde karşısında yükseliyordu. O kasvetli, küçük istasyondan ayrılıp bir köy dükkanının yağlı lamba ışığına bakarken, Oliver kendini, büyük bir hayvan gibi hissetti, bu devasa dağların eteklerinde ölmek için sürünüyor gibiydi.
Ertesi sabah, yolculuğuna at arabasıyla devam etti. Gideceği yer, dağların büyük dış duvarının ötesinde, yirmi dört mil uzaklıkta olan Altamont adlı küçük bir kasabaydı. Atlar yavaşça, dağ yolunda zorlanarak ilerlerken, Oliver’ın ruhu biraz canlandı. Ekim sonlarının gri-altın bir günüydü; parlak ve rüzgârlıydı. Dağ havasında keskin bir serinlik ve ışıltı vardı: sıradağlar onun üzerinde, yakın, devasa, temiz ve çorak bir şekilde yükseliyordu. Ağaçlar çıplak ve sert bir şekilde uzanıyorlardı; neredeyse yapraksızlardı. Gökyüzü rüzgârla savrulan beyaz bulut parçalarıyla doluydu; kalın bir sis dalgası yavaşça bir dağ surunun etrafını sarıyordu.
Aşağılarda bir dağ deresi, kayalık yatağında köpürerek akıyordu ve Oliver, Altamont’a doğru, yamaçtan kıvrılarak uzanacak olan demiryolu hattını döşeyen küçük adam noktacıklarını görebiliyordu. Ter içindeki atlar dağ geçidinin zirvesine ulaştıktan sonra, mor bir sise karışarak kaybolan görkemli dağ sıralarının arasından, Altamont kasabasının kurulu olduğu yüksek plato yönünde yavaş bir inişe geçtiler.
Bu ürpertici dağların sonsuzluğu içinde, devasa bir kadeh gibi çevrelenen yamaçlarda, dört bin kişilik bir kasabayı, yüzlerce tepe ve çukur üzerinde yayılmış hâlde buldu.
Yeni topraklar vardı. Yüreği hafifledi.
Altamont Kasabası, Bağımsızlık Savaşı’ndan kısa bir süre sonra yerleşim yeri olarak kurulmuştu. Tennessee’den Güney Carolina’ya, doğuya doğru giden sığır çobanları ve çiftçiler için uygun bir mola noktası olmuştu. İç Savaş’tan önceki birkaç on yılda, Charleston’dan ve sıcak Güney’in plantasyonlarından gelen varlıklı kişilerin yazları uğradığı bir yer olarak ilgi görmüştü. Oliver buraya ilk geldiğinde, yalnızca bir yazlık mekân olarak değil, verem hastaları için de bir sanatoryum olarak ün kazanmaya başlamıştı. Kuzey’den birkaç zengin adam dağlarda av kulübeleri kurmuş ve içlerinden biri devasa bir dağ arazisi satın alarak, yurtdışından getirttiği mimarlar, marangozlar ve duvar ustalarından oluşan bir orduyla, Amerika’daki en büyük kırsal mülkü inşa etmeyi planlıyordu, kireçtaşından, eğimli arduvaz çatılı ve yüz seksen üç odalı bir yapı. Blois Şatosu örnek alınarak tasarlanmıştı. Ayrıca geniş, ahşap bir yapı olan yeni ve görkemli bir otel, kasabaya hâkim bir tepenin zirvesine rahatça yayılmıştı.
Ancak nüfusun çoğu hâlâ çevredeki bölgelerden gelen, yerli dağ ve köylü halkından oluşuyordu. Çoğunluğu İskoç-İrlandalı dağlılardı; sert, taşralı, zeki ve çalışkandılar.
Oliver, Cynthia’nın mirasının enkazından yaklaşık bin iki yüz dolar biriktirmişti. Kış boyunca kasaba meydanının bir köşesinde küçük bir baraka kiraladı, az miktarda mermer stoğu edindi ve işe koyuldu. Fakat başlangıçta yapabileceği pek bir şey yoktu, ölümü düşünmekten başka... Acı ve yalnızlıkla dolu o kış boyunca, kendini git gide ölüyor sanırken, sokaklarda mırıldanarak dolaşan o sıska korkuluk Yankeeliği, kasaba halkı arasında tanıdık bir dedikodu nesnesine dönüşmüştü. Kaldığı pansiyondaki herkes, geceleri, odasında geniş adımlarla yürüdüğünü ve ince dudaklarında, derinlerden kopup gelen uzun, alçak bir iniltinin sürekli titreştiğini biliyordu. Fakat bu konuda kimseye tek kelime etmedi.
Ve nihayet o büyüleyici bahar geldi, yaldızlı yeşil rengiyle, kısa esen rüzgârlarla, çiçeklerin büyüsü ve kokusuyla, sıcak balsam esintileriyle. Oliver’ın içindeki büyük yara iyileşmeye başladı. Sesi yeniden bu diyarda da duyulur oldu, eski hitabetin mor parıltıları, eski coşkunun hayaleti belirginleşti.
Nisan ayının günlerinden birinde, tazelenmiş duyularıyla dükkânının önünde dururken, meydandaki hayatın telaşını izleyen Oliver, arkasından geçen bir adamın sesini duydu. Ve o ses (düz, uzatmalı, kendinden memnun tonuyla) içinde yirmi yıldır toprağa gömülü bir resmi aniden ortaya çıkarttı.
“Geliyor! Hesaplarıma göre 11 Haziran 1886’da gelecek.”
Oliver döndü ve son olarak tozlu Gettysburg ve Armageddon yolunda kaybolurken gördüğü, iri ve etkileyici şahsın uzaklaşan siluetine baktı.
“O kim?” diye sordu yanındaki adama. Adam baktı ve gülümsedi.
“O Bacchus Pentland,” dedi. “Burada ona benzeyen çok akrabası var.”
Oliver kısa bir an baş parmağını ısırdı. Ardından zarif bir gülümsemeyle, “Armageddon geldi mi?” diye sordu.
“Her an gelebilir diye bekliyor,” dedi adam.
Sonra Oliver, Eliza ile tanıştı. Bir bahar öğleden sonrasında, küçük ofisinin deri koltuğunda uzanmış, meydandaki canlı, cıvıl cıvıl sesleri dinliyordu. Geniş vücudu üzerinde huzur dolu bir sakinlik dolanıyordu. Taze çiçeklerin ışığını yansıtan bereketli siyah toprağı, soğuk biranın boncuklanan serinliğini ve erik ağacının dökülen çiçeklerini düşündü. Ardından, mermerlerin arasından aşağıya doğru inen bir kadının topuk seslerini duydu ve hızla ayağa kalktı. Kadın içeri girdiğinde, Oliver özenle fırçalanmış ağır, siyah ceketini giymekteydi.
“Bak ne diyeceğim,” dedi Eliza, dudaklarını alaycı bir şekilde büzerek, “Keşke bir erkek olsaydım da bütün gün rahat bir kanepede yatmaktan başka yapacak bir şeyim olmasaydı.”
“İyi günler, hanımefendi,” dedi Oliver, gösterişli bir reverans yaparak. İnce dudaklarının kenarlarında hafif kurnaz bir gülümseme belirirken, “Evet,” dedi, “galiba beni günlük istirahatim sırasında yakaladınız. Aslında gündüzleri pek uzanmam ama son bir yıldır sağlığım bozuk, artık eskisi gibi çalışamıyorum.”
Bir an sessiz kaldı; yüzünde boynu bükük bir umutsuzluk ifadesi belirdi. “Ah, Tanrım! Benim sonum ne olacak, hiç bilmiyorum!”
“Saçmalık!” dedi Eliza, canlı ve küçümseyici bir tavırla. “Bana sorarsan sende hiçbir şey yok. Hayatının baharında, güçlü kuvvetli bir adamsın. Gerisi yalnızca hayal ürünü. Çoğu zaman hasta olduğumuzu düşündüğümüzde hepsi sadece zihnimizdedir. Üç yıl önce Hominy Kasabası’nda öğretmenlik yaparken zatürreye yakalandığımı hatırlıyorum. Kimse hayatta kalacağımı beklemiyordu ama bir şekilde atlattım; çok iyi hatırlıyorum, bir gün oturuyordum, böyle iyileşiyor gibi bir hâldeydim; hatırlamamın sebebi ise, yaşlı Doktor Fletcher odadan biraz önce çıkmıştı ve dışarı çıkarken kuzenim Sally’ye başını salladığını görmüştüm. ‘Eliza, ne yapıyorsun?’ demişti doktor çıkar çıkmaz. ‘Her öksürdüğünde kan tükürdüğünü söylüyor; yaşadığın sürecin verem olduğuna eminmiş.’ ‘Saçmalık,’ dedim. Büyük bir kahkaha attığımı hatırlıyorum, her şeyi büyük bir şakaya çevirmeye kararlıydım; içimden dedim ki, buna boyun eğmeyeceğim, hepsini alt edeceğim; ‘Bir kelimesine bile inanmıyorum’ (dedim),” başını sertçe sallayıp dudaklarını büzdü, “‘ve ayrıca, Sally’ (dedim), ‘hepimizin bir gün gitmesi gerekiyor, bu yüzden ne olacağını düşünerek endişelenmenin bir anlamı yok. Yarın da olabilir, daha sonra da, ama sonunda hepimize erişecek.’”
“Ah, Tanrım!” dedi Oliver, başını üzgünce sallayarak. “Bu sefer doğru yere vardın. Daha doğru bir söz söylenmemiştir.”
Merhametli Tanrı! diye düşündü, içinden acı dolu bir gülümsemeyle. Bu ne kadar daha sürecek? Ama bu kadın tam bir cevher, bundan, doğmuş olduğum kadar eminim. Onun zarif, dik duruşuna takdirle baktı; süt beyazı tenini, o eski zaman çocuğu bakışlarına sahip siyah-kahverengi gözlerini ve yüksek, beyaz alnından sıkıca geriye taranmış simsiyah saçlarını inceledi. Konuşmadan evvel dudaklarını düşünceli bir hâlde büzme gibi tuhaf bir alışkanlığı vardı, dinlenerek konuşmayı severdi, hafızasındaki ve anlam katmanlarındaki her patikayı dolanarak, dillendirdiği, yaptığı, hissettiği, düşündüğü, gördüğü veya cevapladığı her şeyi egosantrik bir hazla yad edip, nihayetinde konuya gelirdi.
Ona bakarken, Eliza birden konuşmayı kesti, eldivenli elini çenesine koydu ve düşünceli, büzülmüş dudaklarıyla uzaklara bakmaya başladı.
“Pekâlâ,” dedi bir an sonra, “sağlığını geri kazanırken zamanının çoğunu uzanarak geçiriyorsan, zihnini meşgul edecek bir şeye ihtiyacın olmalı.” Yanında taşıdığı deri çantayı açtı ve içinden bir kartvizit ile iki kalın cilt çıkardı. “Benim adım,” dedi dikkatle, ağır bir vurgu yaparak, “Eliza Pentland. Ve Larkin Yayınevi adına çalışıyorum.” Bu sözleri gururla, onurlu bir coşkuyla söyledi.
Merhametli Tanrı! Bir kitap satıcısı! diye düşündü Gant.
“Size,” dedi Eliza, süslü mızrak, bayrak ve defne çelengi tasarımlarıyla bezeli büyük sarı bir kitabı açarak, “Ocak ve Şömine İçin Şiir Cevherleri adlı bir şiir kitabını, ayrıca beş yüzden fazla hastalığın tedavisini ve önleme yöntemlerini anlatan Larkin’in Ev Doktoru ve Evde Tedavi Rehberi kitabını sunuyoruz.”
“Pekâlâ,” dedi Gant, hafifçe gülümseyerek, koca başparmağını kısa bir an ıslatıp ekledi, “içinde bana uygun bir şeyler bulabilirim sanırım.”
“Evet, tabii,” dedi Eliza, başını akıllıca sallayarak, “hani derler ya, ruh sağlığın için şiir, beden sağlığın için de Larkin’i okuyabilirsin.”
Sayfaları karıştırıp, dikkatle, Mahmuz ve Kılıç Şarkıları başlıklı bölümde duraklayarak, “Şiiri severim,” dedi Gant. “Çocukluğumda saatlerce şiir okuyabilirdim.”
Kitapları satın aldı. Eliza örnek kitaplarını topladı ve ayağa kalkarak tozlu küçük dükkâna keskin ve meraklı bakışlarla göz gezdirdi. “İşler nasıl gidiyor?” dedi.
“Sinek avlıyorum,” dedi Oliver üzgünce. “Bedenimi ve ruhumu bir arada tutmaya yetecek kadar bile iş yok. Yabancı bir diyarda, bir yabancıyım.”
“Bu çok saçma!” dedi Eliza neşeyle. “Dışarı çıkıp daha fazla insanla tanışmalısın. Zihnini kendinden uzaklaştıracak bir şeye ihtiyacın var. Ben olsam işe atılır, kasabanın gelişimi için bir şeyler yapardım. Burası, büyük bir kasaba olmak için gereken her şeyi barındırıyor, manzara, iklim ve doğal kaynaklar, elbette hepimizin birlikte çalışması gerek. Birkaç bin dolarım olsaydı neler yapardım,” diyerek göz kırptı ve eliyle merak uyandıran, erkeksi bir hareketle konuşmaya başladı; işaret parmağı uzatılmış, yumruğu gevşek bir hâlde sıkılı: “Şuradaki köşeyi görüyor musun, şu senin bulunduğun köşeyi? Önümüzdeki birkaç yılda değeri iki katına çıkacak. Şimdi, bak!” Erkeksi bir hareketle önündeki alanı işaret etti. “O mülkten bir gün bir cadde geçirecekler, buna adın kadar emin olabilirsin. Ve o zaman,” dudaklarını düşünceli bir şekilde büzerek ekledi, “orası çok para edecek.”
Eliza, mülk hakkında konuşmaya devam etti; bu konuşmasında tuhaf, düşünceli bir açlık vardı. Kasaba, onun için devasa bir plan çizimi gibiydi: zihni, kimin hangi arsaya sahip olduğu, kimin nereyi sattığı, satış fiyatı, gerçek değeri, gelecekteki değeri, birinci ve ikinci ipotekler gibi rakamlar ve tahminlerle tuhaf bir şekilde dolup taşmıştı. Eliza konuşmasını bitirince, Oliver, Sydney’i düşünerek güçlü bir tiksintiyle, “Hayatta olduğum sürece, içinde yaşayacağım bir ev dışında, başka bir mülke daha sahip olmayı asla istemem,” dedi. “Mülk denilen şey lanet ve derttir; sonunda da her şey vergi toplayanlara gider.”
Eliza, sanki korkunç bir sapkınlıktan bahsediyormuş gibi, şaşkın bir ifadeyle ona baktı.
“Nasıl yani! Bu şekilde konuşulur mu hiç!” dedi Eliza. “Yağmurlu bir gün için bir şeyler biriktirmek istemez misin?”
“Şu an yağmurlu günümü yaşıyorum zaten,” dedi kasvetle Oliver. “İhtiyacım olan tek mülk, gömülmek için sekiz ayaklık bir toprak parçası.”
Sonra daha neşeli bir tavır takınmaya çalışarak, konuşmasını sürdürüp, onunla dükkânın kapısına kadar yürüdü ve Eliza’nın, eteğini zarif bir titizlikle kaldırarak, meydandan uzaklaşmasını izledi. Ardından tekrar mermerlerinin arasına döndü ve içinde, sonsuza dek kaybettiğini sandığı bir sevinç kıpırdanmaya başladı.
Eliza’nın da mensubu olduğu Pentland ailesi, dağlardan çıkan en tuhaf topluluklardan biriydi. Kesin bir şekilde Pentland soyuna dair oldukları da söylenemezdi: İskoç-İngiliz kökenli bir maden mühendisi ve ailenin şu anki reisinin büyükbabası olan Pentland adındaki bir adam, Devrim’den sonra bakır aramak için dağlara gelmiş ve orada birkaç yıl yaşamış, ileri gelenlerden bir kadınla birkaç çocuk yapmıştı. Adam ortadan kaybolduğunda, kadın hem kendisi hem de çocukları için Pentland adını almıştı.
Ailenin şimdiki reisi, ulu Bacchus’un kardeşi ve Eliza’nın babası olan Binbaşı Thomas Pentland’di. Diğer bir kardeşi Yedi Gün Savaşları sırasında öldürülmüştü. Binbaşı Pentland’in askeri ünvanı dürüstçe, fakat pek de göze çarpmayan bir şekilde kazanılmıştı. Bacchus, onbaşı rütbesinin üstüne çıkamayıp Shiloh’da çalışarak sert ellerini aşındırırken, Binbaşı ise iki Ev Gönüllüleri birliğinin komutanı olarak yerli dağların kalesini koruyordu. Bu kale, savaşın son günlerine kadar tehdit edilmemişti; o günlerde, Gönüllüler uygun ağaçların ve kayaların arkasına pusu kurarak, Sherman’ın sürüklenmiş askerlerinden oluşan bir müfrezeye üç el ateş açmış ve ardından eşlerini ve çocuklarını savunmak üzere sessizce dağılmışlardı.
Pentland ailesi, topluluktaki en eski ailelerden biriydi, ancak her zaman yoksul kalmış ve soyluluk iddiasında pek bulunmamıştı. Evlilikler ve kendileri arasında yapılan akraba evlilikleri sayesinde büyük ailelerle bazı bağlantılara, bir miktar deliliğe ve az da olsa ahmaklığa sahip olduklarını övünçle dile getirebilirlerdi. Ancak, zekâ ve karakter bakımından dağ halkının çoğundan bariz üstün olduklarından, onlar arasında sağlam bir saygınlık konumuna sahiptiler.
Pentlandlar belirgin bir soy işareti taşıyorlardı. Garip ailelerdeki çoğu güçlü karakter gibi, güçlü grup izleri farklılıklarıyla daha da etkileyici hâle geliyorlardı. Geniş, güçlü burunları; etli, derin oyuklu kanatları; hem incelik hem de kabalık karışımı şaşırtıcı derecede esnek bir ifadeyle, düşünce sürecinde şekil alan duyusal ağızları; geniş, zeki alınları ve hafifçe oyulmuş derin, düz yanakları vardı. Erkeklerin yüzleri genellikle kırmızımtırak olurdu ve tipik boyları etli, güçlü ve orta boydaydı, ancak kimi zaman zayıf ve sıska olanlar da bulunurdu.
Binbaşı Thomas Pentland, Eliza’nın hayatta kalan tek kız olduğu kalabalık bir ailenin babasıydı. Küçük bir kız kardeşi, birkaç yıl önce hüzünle “zavallı Jane’in lenf tüberkülozu” olarak tanımlanan bir hastalık yüzünden ölmüştü. Altı erkek kardeşi vardı: En büyükleri Henry otuz yaşındaydı, Will yirmi altı, Jim yirmi iki yaşındaydı ve Thaddeus, Elmer ve Greeley sırasıyla on sekiz, on beş ve on bir yaşlarındaydılar. Eliza ise yirmi dört yaşındaydı.
Dört büyük çocuk (Henry, Will, Eliza ve Jim) savaş sonrası yıllarda çocukluklarını geçirmişlerdi. Bu yıllardaki yoksulluk ve mahrumiyet öylesine korkunçtu ki, hiçbiri şimdi o dönemden bahsetmiyordu; fakat bu acı çelik, kalplerine işlemiş ve iyileşmeyen yaralar bırakmıştı.
Bu yıllar, büyük çocuklar üzerinde, akıl almaz bir cimrilik, doyumsuz bir mülk sevgisi ve Binbaşı’nın evinden bir an önce kaçma arzusu geliştirmişti.
Eliza, kadınsı bir asaletle, Oliver’ı ilk kez kulübenin oturma odasına getirdiğinde, ‘Baba,’ dedi, ‘seni Bay Gant ile tanıştırmak istiyorum.’
Binbaşı Pentland, ateşin yanındaki sallanan sandalyesinde yavaşça doğruldu, büyük bir bıçağı kapadı ve soymakta olduğu elmayı şöminenin üzerine bıraktı. Bacchus, yonttuğu bir çubuktan, iyilik dolu bir bakışla başını kaldırdı, Will ise her zamanki gibi törpülediği kısa tırnaklarından gözlerini ayırıp, kuş gibi bir baş selamı ve göz kırpmayla misafiri karşıladı. Erkekler, ceplerindeki bıçaklarla sürekli oyalanıyorlardı.
Binbaşı Pentland yavaşça Gant’a doğru ilerledi. Altmışlarına yaklaşan, kısa boylu, etli bir adamdı; yüzü kırmızımtırak, patriyarkal bir sakalı ve ailesine özgü kalın, kendinden memnun hatları vardı.
“W. O. Gant, değil mi?” diye sordu çekingen, yağlı bir sesle.
“Evet,” dedi Oliver, “doğru.”
“Eliza’nın anlattıklarına bakılırsa,” dedi Binbaşı, odadakilere bir işaret vererek, “adı L. E. Gant olmalıymış diyecektim.”
Pentlandların yağlı, memnun kahkahaları odayı doldurdu.
“Vay canına!” dedi Eliza, geniş burnunun yanına elini koyarak. “Yemin ederim baba! Kendinden utanmalısın.”
Gant, yüzüne ince, sahte bir neşe yansıtarak gülümsedi.
Şu sefil ihtiyar alçak, diye düşündü. Bu lafı bir haftadır içinde saklıyor.
“Will ile daha önce tanışmıştınız,” dedi Eliza.
“Önünden de arkasından da,” dedi Will, zeki bir göz kırpmayla.
Kahkahaları dinince, Eliza, “Ve bu da (hani derler ya) Bacchus Amca,” dedi.
"Evet, efendim," dedi Bacchus, yüzü parlayarak, "hayat kadar gerçek ve iki kat arsız."
"Onu her yerde 'Back-us' diye çağırırlar," dedi Will, hepsine göz kırparak, "ama aile içinde ona 'Behind-us' deriz."
“Sanırım,” dedi Binbaşı Pentland ağır ağır, “birçok jüriye hizmet etmişsinizdir?”
“Hayır,” dedi Oliver, şimdi en kötüsüne katlanmaya kararlı, donuk bir gülümsemeyle. “Neden?”
"Çünkü," dedi Binbaşı, tekrar çevresine bakarak, "sizi çok fazla kur yapan biri sanmıştım."
Onların kahkahaları arasında kapı açıldı ve birkaç kişi daha içeri girdi, Eliza’nın annesi, sade ve yorgun bir İskoç kadın; babasının sakalsız ikizi gibi olan, kırmızı yüzlü, domuz benzeri genç Jim; sakin, kırmızı yüzlü, kahverengi saçlı ve gözlü, iri yapılı Thaddeus ve en küçükleri olan Greeley, aptalca sırıtışlar ve tuhaf ciyaklayan seslerle dolu bir çocuk. Onun bu hâllerine gülüyorlardı. On bir yaşındaydı, zayıf, yozlaşmış ve lenf tüberkülozlu; ama beyaz, nemli elleri, kemanından doğaüstü ve öğretisiz bir müzik çıkarabiliyordu.
Sıcak, elma kokularının yayıldığı o küçük odada otururlarken, dağlardan gelen geniş rüzgarlar uluyordu, çamların arasında uzak ve çılgın bir uğultu vardı, çıplak dallar birbirine çarpıyordu. Soyarken, keserken veya yontarken konuşmaları kaba bir şakadan ölüme ve gömülmeye doğru kayıyordu: kader hakkında, henüz toprağa verilmiş olanlar üzerine monoton, kötü bir açlıkla, uzun uzun dedikodu yapıyorlardı. Konuştukça, Gant rüzgârın hayaletimsi iniltisini duydu ve kaybın ve karanlığın içine gömüldü; ruhu gece çukurunda derinlere doğru yuvarlandı, çünkü bir yabancı olarak öleceğini gördü, yani, ölümle ziyafet çeken bu zafer dolu Pentlandlar hariç herkes, herkes ölmeliydi.
Sonra kutup gecesinde can veren bir adam gibi, gençliğinin bereketli tarlalarını düşündü: mısır, erik ağacı ve olgun tahılları. Neden burada? Ah, kaybolmuş olan!
İKİNCİ KISIM
Oliver, Eliza ile Mayıs ayında evlendi. Philadelphia’ya yaptıkları balayı gezisinden sonra, Woodson Caddesi’nde onun için inşa ettiği eve döndüler. Kendi elleriyle temelleri atmış, toprağın derinliklerine eski tozlu mahzenler kazmış ve yüksek duvarları sıcak kahverengi sıvalarla düzgünce kaplamıştı. Çok az parası vardı, ama tuhaf evi hayal gücünün zengin biçimlenişine göre şekillenmişti: sonunda, dar yokuşa yukarı bahçenin eğimiyle yaslanan, önünde yüksek, kucaklayan bir verandası olan ve birinden diğerine geçerken isteğine göre basamaklanan sıcak odalarla dolu bir şey ortaya çıkmıştı. Evini, sessiz ve engebeli sokağa yakın inşa etti; bereketli toprağa çiçekler dikti; kısa yürüme yolunu yüksek verandanın basamaklarına doğru büyük renkli mermer levhalarla kapladı; eviyle dünya arasına demir çitlerden sivri uçlu bir çit yerleştirdi.
Sonra, evin arkasında yüz yirmi metre boyunca uzanan serin, uzun bahçeye ağaçlar ve asma fideleri dikti. Ruhunun bu bereketli kalesinde neye dokunduysa altın gibi canlandı: yıllar geçtikçe, meyve ağaçları (şeftali, erik, kiraz, elma) büyüdü ve dalları meyve kümelerinin ağırlığıyla eğildi. Asma fideleri kalın kahverengi halatlara dönüştü, yüksek tel çitlere sarılıp, bahçesini iki kez dolanarak yoğun bir ağ gibi dolandı. Evin verandasına tırmanarak üst pencereleri kalın çardaklarla çevreledi. Çiçekler bahçesinde görkemli bir coşku içinde büyüdü, kadife yapraklı, yüzlerce kızıl tonla bezeli latin çiçeği, gül, kartopu çiçeği, kırmızı kadehli lale ve zambak. Hanımeli, ağırlaşarak sarkmış hâliyle çitin üzerine döküldü; büyük ellerinin değdiği her yerde toprak, onun için bereketle yeşerdi.
Onun için ev, ruhunun resmi, iradesinin giysisiydi. Fakat Eliza için bu ev, kurnazca değerini takdir ettiği bir mülk, servetinin başlangıcıydı. Binbaşı Pentland’ın büyük çocukları gibi o da yirmili yaşlarından itibaren yavaş yavaş arazi biriktirmeye başlamıştı: öğretmenlik ve kitap satıcılığı işinden biriktirdiği küçük maaşından, bir iki toprak parçası satın almıştı bile. Bu parçalardan birinde, kasaba meydanının kenarındaki küçük bir arsada, kendisine bir dükkân yapması için Oliver’ı ikna etti. Oliver, iki siyahi işçinin yardımıyla bu dükkânı kendi elleriyle inşa etti: geniş ahşap basamaklarla meydandan mermer verandasına inilen, tuğladan iki katlı bir barakaydı. Verandaya, ahşap kapıların iki yanına bazı mermer figürler yerleştirdi; kapının yanına ise ağır, hafif sırıtışlı bir melek heykeli koydu.
Ama Eliza onun mesleğinden memnun değildi: ölüm işinde para yoktu. İnsanlar, onun düşüncesine göre, çok yavaş ölüyordu. Ve erkek kardeşi Will’in, on beş yaşında bir kereste deposunda çırak olarak başladığı işte, şimdi, küçük bir iş sahibi olarak, zengin bir adam olma yolunda olduğunu öngördü. Böylece Gant’ı Will Pentland ile ortak olmaya ikna etti; fakat bir yılın sonunda sabrı tükendi, işkence dolu egosu bastırılmaktan kurtuldu, ve Will’in, vaktini bir kalem ucuyla, kirli bir zarfın üstünde hesaplar yaparak, kısa tırnaklarını düşünceli bir şekilde törpüleyerek veya sonsuz kelime oyunları yaparak geçirmesinin onları mahvedeceğini haykırdı. Bunun üzerine Will, sessizce ortağının payını satın aldı ve servet biriktirme yolunda ilerlerken, Oliver ise yalnızlığına ve kirli meleklerine geri döndü.
Oliver Gant’ın tuhaf figürü kasabada meşhur gölgesini dolaştırıyordu. Gece ve sabah vakitlerinde, Eliza’ya yönelttiği büyük lanet formülü duyuluyordu. Onu, evine ve dükkânına girerken, mermerlerin üzerine eğilmiş hâlde, büyük elleriyle (lanetlerle, çığlıklarla, tutkulu bir bağlılıkla) evinin zengin dokusunu yoğururken görüyorlardı. Onun çılgınca aşırı sözlerine, duygularına ve hareketlerine gülüyorlardı. Neredeyse her iki ayda bir, iki veya üç gün süren çılgın öfke nöbetleri karşısında sessizleşiyorlardı. Onu taşların arasından pis, bitkin bir hâlde alıp evine götürüyorlardı, bankacı, polis ve Gant’ın mezar taşlarının arasındaki küçük, çevrili bir alanı kiralayan, buruşuk yüzlü İsviçreli mücevherci Jannadeau gibiler… Her zaman ona özenle yaklaşıyorlardı, o sarhoş Babel harabesinin içinde kaybolmuş garip, gururlu ve ihtişamlı bir şey hissederek. Onlara yabancıydı: kimse (hatta Eliza bile) ona ismiyle hitap etmiyordu. O, hep "Bay" Gant olarak kaldı.
Ve Eliza’nın acı, korku ve gurur içinde neyi göğüslediğini kimse bilmiyordu. Hepsinin üzerinde arzu ve öfkenin sıcak aslan nefesini soluyordu: sarhoş olduğunda, Eliza’nın beyaz, büzülmüş yüzü ve yavaş, ahtapotsu mizaç hareketleri, onu kırmızı bir çılgınlığa sürüklüyordu. Böyle zamanlarda Eliza, onun saldırısına karşı gerçek bir tehlike altındaydı; ondan korunmak için kendini kilitlemek zorundaydı. Çünkü baştan beri, sevginin, nefretin ötesinde, yaşamın çıplak kemikleri kadar derinlerde, aralarında belirsiz ve nihai bir savaş sürüyordu. Eliza onun lanetine ya sessizce veya ağlayarak katlanıyor, lafına karşı kısa bir azar patlatıyor, saldırılarına yumruklanmış bir yastık gibi boyun eğiyor ama yavaşça, amansızca kendi istediğini yapıyordu. Yıllar geçtikçe, onun protesto çığlıklarının üstünden, nasıl olduğunu bilmeden, küçük küçük toprak parçaları topluyor, nefret ettiği vergileri ödüyor ve kalan parayı daha fazla toprağa yatırıyorlardı. Eşi, annesi, mülk sahibi kadının üstünde, erkeğimsi bir tavırla yavaşça yürüyorlardı.
On bir yıl içinde ona dokuz çocuk doğurdu, bunlardan altısı hayatta kaldı. İlk çocuk, bir kız, yirmi aylıkken koleradan öldü; iki tanesi doğumda hayatını kaybetti. Diğerleri ise bu sert, tesadüfi doğumların ötesinde hayatta kaldı. En büyükleri, bir oğlan, 1885’te doğdu ve ona Steve adı verildi. İkincisi, on beş ay sonra doğan bir kızdı, Daisy. Ondan sonra, yine bir kız, Helen, üç yıl sonra dünyaya geldi. Ardından, 1892’de, Gant’ın politikaya olan ilgisiyle, Grover Cleveland ve Benjamin Harrison isimlerini verdiği ikiz erkek çocuklar doğdu. Son çocuk, Luke, iki yıl sonra, 1894’te doğdu.
Bu dönemde, beşer yıllık aralarla iki kez, Gant’ın düzenli taşkınlığı kesintisiz bir sarhoşluğa dönüştü ve haftalarca sürdü. Susuzluğunun dalgalarında boğuluyordu. Her seferinde Eliza onu Richmond’a alkol tedavisine gönderdi. Bir seferinde, Eliza ve dört çocuğu aynı anda tifoya yakalandı. Ancak uzun bir nekahet döneminin ardından, dudaklarını kararlı bir şekilde büzüp onları Florida’ya götürdü.
Eliza bu devasa sevgi ve kayıp yıllarını, acının, gururun, ölümün ve onun yabancı ve tutkulu yaşamının büyük, vahşi parıltısıyla lekelenmiş olarak kat ederken, dimdik ayakta kaldı. Tükenişin pençesinde adımları sarsılsa da, hastalık ve zayıflıklar içinden mağlubiyeti tatmamış bir güçle çıkmayı başardı. Bu hayatın içinde bir görkem olduğunu biliyordu: sıklıkla duyarsız ve zalim olsa da, onun yaşamının devasa renklerini, asla bulamayacağı kayıp ve yara almış yanını hatırlıyordu. Zaman zaman o küçük, huzursuz gözlerin durulup eski hayal kırıklığının doyurulmamış, el yordamıyla arayan açlığıyla kararmasını izlediğinde, içini sessiz bir korku ve tarifsiz bir acıma kaplıyordu. Ah, kaybolan!
ÜÇÜNCÜ KISIM
Gant ailesinin tarihinin geliştiği yılların büyük geçit töreninde, ne kadar ağır acı, dehşet ve sefillik taşımış yıllar olsa da, yirminci yüzyılın başlangıcını işaret eden yıl kadar, kesin olayları beraberinde getiren bir yıl olmamıştı. Gant ve eşi için, başka bir yüzyılda olgunlaşarak büyüdükten sonra, bir gün kendilerini 1900 yılında bulduklarında (nerede yaşanmışsa yaşanmış, bu geçişin düşsel insanlara kısa ama derin bir yalnızlık duygusu verdiği kesindi) yaşamlarının diğer sınırlarıyla kesişen, gözden kaçmayacak kadar çarpıcı tesadüfler vardı.
O yıl Gant, ellinci yaş gününü geçirdi: yitip gitmiş yüzyılın yarısı kadar yaşta olduğunu ve insanların pek nadir olarak yüzyıllar kadar yaşadığını biliyordu. Ve o yıl, Eliza da, bir daha asla doğurmayacağı son çocuğuna hamileyken, korku ve çaresizliğin son çitini aşarak, yaz gecesinin zengin karanlığında, ellerini şişkin karnının üzerine koymuş yatarken, anneliğinin sona ereceği yıllar için hayatını tasarlamaya başlamıştı.
Artık birbirinden ayrılan iki sahil gibi, yaşamlarının kurulduğu o derin yarıktan geçerken, olayları ön görmekten çok, sezgisel bir bilgiyle, yarım ömür boyunca bekleyen bir sabırla ve sonsuz bir sükûnetle geleceğe bakmaya başlıyordu. Bu özellik (yaşamının temel yapısına kök salmış, ne bastırabileceği ne de saklayabileceği bu neredeyse Budist sükûnet) onun en az anladığı ve en çok öfkelendiği nitelikti. Elli yaşındaydı; zamanın trajik bilincini taşıyordu, hayatının tutkuyla dolu zenginliğinin azalmaya başladığını hissediyordu ve etrafında, duyarsız ve öfkeli bir hayvan gibi dört dönüyordu. O, belki de ondan daha çok bir sükûnet sebebine sahipti, zira hayatının acımasız başlangıçlarından, hastalık, fiziksel zayıflık, yoksulluk, ölüm ve sefaletin sürekli tehdidi içinde geçip gelmişti: ilk çocuğunu kaybetmiş, diğerlerini peşi sıra gelen her vebadan güvenle geçirmişti; şimdi, kırk iki yaşında, son çocuğunu rahminde hissederken, İskoç batıl inançları ve yalnızca başkalarının yok olacağına, kendisinin asla sona ermeyeceğine inanan ailesinin kör gururuyla pekişmiş bir inançla, belirli bir amaca doğru biçimlendiğini hissediyordu.
Yatağında uzanırken, gökyüzünün batı tarafında, gözlerinin önünde büyük bir yıldız parlıyordu; onun yavaşça gökyüzüne tırmandığını hayal ediyordu. Hayatının hangi zirveye doğru ilerlediğini söyleyemese de gelecekte, kanının akışıyla sönmez bir şekilde karışmış olan özgürlüğü, sahip olmayı, güç ve zenginliği gördü. Bunu karanlıkta düşünürken, dudaklarını düşünceli bir memnuniyetle büzdü, kendisini, eğlencenin içinde çalışırken, aptallığın ellerinden, hiç bilmediği şeyleri kolayca alırken hayal etti.
"Alacağım!" diye düşündü. "Alacağım. Will aldı! Jim aldı. Ve ben onlardan daha zekiyim." Ardından, acı ve buruklukla karışık bir pişmanlıkla Gant’ı düşündü:
"Saçmalık! Onun peşine düşmeseydim, bugün bir dikili ağacı bile olmayacaktı. Elde ettiğimiz azıcık şeyi almak için savaşmak zorunda kaldım; başımızın üstünde bir çatı olmazdı; hayatımızın geri kalanını kiralık bir evde geçirirdik", ki bu onun için, tembel ve savurgan insanların nihai utancıydı. Ve devam etti: "Her yıl içkiye savurduğu para, iyi bir arazi alırdı: en başından başlamış olsak, şimdi varlıklı insanlar olabilirdik. Ama o, bir şeylere sahip olma düşüncesinden hep nefret etti; Sydney’de o ticarette parasını kaybettiğinden beri, buna katlanamıyormuş, bir keresinde bana öyle demişti. Orada ben olsaydım, son kuruşuna kadar bahse girerim ki o kayıp yaşanmazdı. Veya, kaybeden taraf onlar olurdu," diye ekledi soğuk bir kararlılıkla.
Güney tepelerinden gelen erken sonbahar rüzgârları, siyah gökyüzünü dökülen yapraklarla doldurup, büyük ağaçlarda, uzak ve hüzünlü bir gök gürültüsü gibi kesik kesik yankılanırken, bedeninde yaşamaya başlayan yabancıyı ve onca acının kaynağı olan, yirmi yıldır onunla yaşayan o diğer yabancıyı düşündü. Gant’ı düşününce, onların arasındaki o vahşi kavgayı ve mülk sevgisiyle, nefreti üzerine kurulu, altında gizli kalan büyük mücadelenin belirsiz, acı dolu şaşkınlığını yeniden hissetti. Bu savaşta zaferinden hiç şüphe etmese de, onu anlamakta zorlanıyor, ona karşı koymakta güçlük çekiyordu.
"Yemin ederim!" diye fısıldadı. "Yemin ederim! Böyle bir adam görmedim!"
Gant, duyusal zevklerin kaybıyla yüzleşirken, yemek, içmek ve sevmekte gösterdiği Rabelais'ci aşırılıkların artık gemlenmesi gerektiğini bilirken, kendini kısıtlamaya karşı duyduğu her türlü telafi ihtimalini anlamsız buluyordu; aynı zamanda, sahip olduğu yetenekleri ve Will Pentland ile ortaklık gibi zenginlik ve itibar kazandırabilecek fırsatları heba etmiş olmasının keskin pişmanlığını hissediyordu. Hayatının en iyi yıllarını geçirdiği yüzyılın sona erdiğini biliyor; dünyadaki bu küçük maceramızın yabancılığını ve yalnızlığını daha derinden hissediyordu. Çocukluğunu Hollanda çiftliğinde, Baltimore'daki günlerini, kıta boyunca amaçsız sürüklenişini ve tüm yaşamının bir dizi tesadüf üzerine sabitlenmiş korkunç kurgusunu düşündü. Hayatının üstünde gri bir bulut gibi asılı duran kazanın devasa trajedisini kavradı. Kendini, her zaman ona yabancı kalacak insanlar arasında yabancı bir diyarda bir yabancı olarak daha net görüyordu. En tuhafı ise, düşündü, bu birliktelikti; kendisinden bunca uzak bir kadınla çocuklar meydana getirip, ona bağımlı bir yaşam kurmuş olmasıydı. 1900 yılının, onun için bir başlangıç mı yoksa bir son mu olduğunu bilmiyordu; fakat duyusal bir adamın bildik zayıflığıyla, onu bir son yapmaya karar verdi, içindeki harcanmış ateşi sönük bir alevle yakmaya kararlıydı. Ocak ayının ilk yarısında, henüz Yeni Yıl kararlarına pişmanlıkla bağlı kalırken, bir çocuk yaptı; ilkbaharda, Eliza’nın yeniden hamile olduğu belli olduğunda, kendini, 1896'da yaşadığı dört aylık ünlü sarhoşluk dönemiyle kıyaslanamayacak bir taşkınlığın içine attı. Günlerce delice sarhoş olmaya devam etti, ta ki kendini sürekli bir delilik hâline sabitleyene kadar. Mayıs ayında, Eliza onu tekrar Piedmont’taki bir sanatoryuma gönderdi, burada "tedavi" denen şey, ona sadece basit ve ucuz yemekler vermekten ve altı hafta boyunca alkolü yasaklamaktan ibaretti; bu tedavi, açlığına olduğu kadar susuzluğuna da çare olmadı.
Haziran ayının sonlarına doğru, dıştan sakinleşmiş görünse de içten içe alev alev yanarak geri döndü; dönüşünden bir gün önce, belirgin bir şekilde hamile olan Eliza, bembeyaz yüzüyle kararlı bir sertlikte, kasabanın on dört meyhanesinin her birine tek tek girdi. Tezgâhın arkasındaki işletmeciye veya barmene seslenip, meyhanenin sarhoş müdavimlerinin önünde yüksek ve net bir sesle konuştu:
"Bakın buraya: size sadece Bay Gant'ın yarın geri döneceğini söylemek için geldim ve eğer birinizin ona içki sattığını duyarsam, sizi hapishaneye yollayacağımı bilin."
Bu tehdit, saçma görünüyordu, ancak Eliza'nın beyaz yargılayıcı yüzü, düşünceli bir şekilde büzülen dudakları ve işaret parmağını uzatarak hafifçe sıkılmış erkekçe eliyle, duyurusunu sakin ama güçlü bir hareketle vurgulayan ifadesi, onlara hiçbir sert azarlamanın veremeyeceği bir korku verdi. Eliza meyhaneden çıkarken, sarhoş şaşkınlığıyla mırıldanarak, afallamış bir şekilde onay verdiler.
"Tanrım," dedi bir dağ sakini, tükürük hokkası hedefinde kahverengi ama bulanık bir çizgi savururken, "o kadın bunu da yapar. Ciddi söylüyor."
"Cehenneme kadar yolu var!" dedi Tim O’Donnel, maymun suratını tezgâhın üzerinden komik bir şekilde uzatarak. "Şimdi W.O.'ya içki vermezdim, eğer dörtte on beş kuruş olsaydı ve ikimiz bir tuvalette yalnız olsaydık. Gitti mi acaba?"
Meyhanede büyük bir viski kahkahası patladı.
"Kim o kadın?" diye sordu biri.
"Will Pentland’ın kız kardeşi."
"O zaman, yeminle, bunu yapar," diye haykırdı birkaç kişi; ve yer tekrar onların kahkahalarıyla sarsıldı.
Eliza içeri girdiğinde Will Pentland, Loughran'staydı. Ona selam vermedi. Gittikten sonra, Will yanındaki adama, kuş gibi bir göz kırpma ve baş selamıyla lafa girerek, "Bunu yapabileceğini sanmam," dedi.
Gant, geri döndüğünde ve bir barda alenen reddedildiğinde, öfke ve aşağılanmayla çılgına döndü. Elbette ki, evinin basamaklarından bir araba sürücüsünü veya bir zenciyi göndererek viskiyi kolayca elde edebiliyordu; ancak davranışlarının kasaba çocukları arasında klasik bir efsaneye dönüştüğünü bilmesine rağmen, her yeni ifşanın getirdiği utançtan dolayı içine çekiliyordu. Yıllar geçtikçe, buna daha az değil, daha fazla duyarlı hâle geldi ve sabahları, utancı, gururunun hırpalanması ve sarsılmış sinirleri yüzünden titreyen aşağılanmasıyla acınası bir hâle bürünüyordu. Eliza’nın onu kasten, planlı bir kötülükle alenen küçük düşürdüğünü düşündü; eve döndüğünde ona çığlıklarla lanetler ve hakaretler yağdırdı.
Yaz boyunca Eliza, bembeyaz ve önsezili bir sükûnetle dehşet içinde yaşadı, korkuyu bekleme açlığına sahipti, gece çöktüğünde sessiz bir sabırla korkunun geri dönüşünü bekliyordu. Hamileliğinden dolayı öfkelenen Gant, neredeyse her gün Eagle Crescent’taki Elizabeth’in evine gitmeye başladı; geceleri ise bir grup bitkin ve korkmuş fahişe tarafından, en büyük çocuğu Steve’in bakımına teslim edilerek oradan çıkarılıyordu. Steve, artık bölgedeki neredeyse tüm kadınlarla küstahça yakınlık kurmuştu; kadınlar onu iyi niyetli bir laubalilikle seviyor, onun çabuk anlaşılır kinayelerine kahkahalarla gülüyor, hatta cıvıl cıvıl kaçarlarken, onun kendilerini popolarından şaplaklamasına bile müsamaha gösteriyorlardı.
“Oğlum,” dedi Elizabeth, Gant’ın sallanan başını kuvvetle sarsarak, “büyüdüğünde, bu ihtiyar horoz gibi davranma sakın. Yine de bu adam, istediğinde sevimli bir ihtiyar olabilir,” diye ekledi, onun kel tepesine bir öpücük kondurarak ve cömertlik taşkınlığı içinde ona verdiği cüzdanı ustaca çocuğun eline kaydırarak. Elizabeth, dürüstlüğe son derece özen gösterirdi.
Çocuk, bu görevlerde genellikle Jannadeau ve Tom Flack adında zenci bir arabacı ile olurdu; onlar, Gant içeride çıkardığı kargaşa sayesinde ayrılmaya ikna edilene dek, genelevin kafesli kapısının önünde sabırla beklerlerdi. Gant, ya zorla çıkarılmaya çalışılırken beceriksizce çırpınıp yakarışlarına küfürlerle karşılık verirdi veya neşeyle teslim olup, gençliğinden kalma ahlaksız bir şarkıyı kafesli hilal boyunca ve kasabanın akşam sessizliğindeki sokaklarında çığırıp dururdu.
"Arka odada, çocuklar,
O arka odada,
Pireler ve böcekler arasında,
Acırım senin acıklı kaderine."
Eve geldiğinde, onu yüksek veranda basamaklarından ikna ederek çıkarır, yatağına çekmeye çalışırlardı; yahut hiçbir zorlamaya boyun eğmeyip, genellikle kendi odasına kapanmış olan karısına seslenir, ona bağırarak meydan okur ve sadakatsizlik suçlamaları savururdu. Yaşının ve tükenmekte olan enerjisinin ürünü olarak, içinde büyüyen karanlık bir kuşku ona işkence ediyordu. Korkudan beti benzi atmış olan ürkek Daisy, komşu Sudie Isaacs veya Tarkintonların yanına kaçardı; on yaşındaki Helen ise, o zamandan beri Gant’ın gözdesi olan bu küçük kız, ona söz geçirir, kaşık kaşık sıcak çorba içirir, itaatsizleştiğinde küçük elleriyle sert bir tokat atardı.
"İç şunu! İçsen iyi edersin!"
Gant bundan büyük keyif alırdı; ikisi de aynı tellerde asılı gibiydi. Bir kez daha tüm akıl sınırlarını aşmıştı. Çılgınca bir hâlde, oturma odasında kükreyen ateşler yakar, sıçrayan alevlerin üzerine bir kutu yağ dökerdi; alevlerin kükreyen karşılığına tükürerek büyük bir coşkuyla, tekrar eden birkaç ölçüden oluşan küfür dolu bir şarkı söylerdi, bu, kırk dakika boyunca şöyle devam ederdi:
"A-ha – Tanrı kahretsin,
Kahretsin, kahretsin,
A-ha – Tanrı kahretsin,
Kahretsin – kahretsin."
Genellikle saatin çanlarının saat başını vurduğu ölçüyü kullanırdı.
Dışarıda ise, çitin geniş tellerine maymun gibi dizilmiş olan Sandy ve Fergus Duncan, Seth Tarkinton ve bazen bizzat Ben ve Grover, arkadaşlarının coşkusuna katılarak karşılıklı bir şarkı söylerlerdi:
"İhtiyar Gant,
Sarhoş döndü!
İhtiyar Gant,
Sarhoş döndü!"
Daisy, komşunun güvenli sığınağında utanç ve korku içinde ağlardı. Fakat Helen, küçük ve ince bir öfkeyle yılmadan direnir; sonunda Gant bir sandalyeye çöker, sıcak çorbayı ve yüzüne inen keskin tokatları gülümseyerek kabul ederdi. Üst katta Eliza, beyaz bir yüzle, tetikte beklerdi.
Yaz böylece akıp gitti. Son üzümler, kuruyup çürümüş kümeler hâlinde asmalara asılı kaldı; rüzgâr uzaklardan uğuldadı; Eylül sona erdi.
Bir gece, soğukkanlı doktor Cardiac, "Yarın akşam olmadan bu işin bitmiş olacağını düşünüyorum," dedi. Orta yaşlı bir taşra kadını olan sert elli, pratik bir hemşireyi evde bırakarak ayrıldı.
Saat sekizde Gant tek başına geri döndü. Oğlu Steve, Eliza’nın ihtiyaç duyabileceği anlarda hazır olmak için evde kalmıştı; şimdilik ilgi Gant'tan biraz uzaklaşmıştı.
Aşağıda onun yüksek sesi, mahalleye yayılan küfürlerle dolu ezgiler söylüyordu; bacadan âniden yükselen vahşi alevlerin uğultusu evi sallarken, Eliza gergin bir şekilde Steve’i yanına çağırdı: "Oğlum, hepimizi yakacak!" diye fısıldadı.
Aşağıda ağır bir sandalyenin yere devrildiğini, ardından onun küfürlerini ve sendeleyerek yemek odasından koridora doğru ilerleyen adımlarını duydular; gövdesi korkuluğa yaslanınca merdiven trabzanının gıcırtısını işittiler.
“Geliyor!” diye fısıldadı Eliza, “Geliyor! Kapıyı kilitle, oğlum!”
Çocuk kapıyı kilitledi.
“Orada mısın?” diye kükredi Gant, büyük yumruğuyla hafif kapıyı sertçe döverek. “Bayan Eliza, Orada mısın?” Karısına böyle anlarda takındığı ironik unvanıyla seslenerek öfkesini haykırdı.
Ve küfürler ve hakaretlerle dolu bir vaaza başladı: “Ne bilirdim ki,” diye başladı, o her zamanki abartılı, yarı öfkeli, yarı komik retorik havasını takınarak, “ne bilirdim ilk kez seni gördüğüm o acı on sekiz yıl önce, köşeden bana doğru karnının üzerinde yılan gibi kıvrılarak gelirken, [artık sürekli tekrarladığı için kendisi adına bir avuntu hâline gelen bu tanımlamayı kullanıyordu], ne bilirdim ki, ki, ki böyle olacağını,” diye zayıf bir şekilde tamamladı sözlerini. Kapının ardında, karısının, bembeyaz bir yüzle, sükûnetle yattığını bilerek, sessizliğin içinde bir yanıt bekleyerek, ağır bir sükunetle durdu, onun asla cevap vermeyeceğini bilmenin boğucu öfkesiyle dolup taştı.
“Orada mısın? Duyuyor musun beni, kadın?” diye haykırarak, büyük eklemlerini kapıya hiddetle vurdu.
Yalnızca beyaz, canlı bir sessizlik vardı.
“Ah Tanrım! Ah Tanrım!” diye iç çekti, yoğun bir öz acıma duygusuyla, ardından zoraki bir şekilde hıçkırıklara boğuldu, bu hıçkırıklar hakaretlerine devam ederken ona devamlı bir eşlikçi oldu. “Merhametli Tanrım!” diye gözyaşları dökerek haykırdı, “korkunç, dehşet verici, zalimce. Yaşlılığımda Tanrı beni neden böyle cezalandırıyor?”
Cevap gelmedi.
"Cynthia! Cynthia!" diye birden bağırarak, ilk karısı olan, yaşamını uzatmak için hiçbir çaba göstermediği söylenen sıska ve veremli Cynthia’nın anısını çağırdı; durmadan çağırmaya devam etti, çünkü bunun Eliza’yı nasıl incittiğini ve kızdırdığını biliyordu. "Cynthia! Ah Cynthia! İhtiyacım olan bu anda bana bak! Bana yardım et! Bana destek ol! Beni cehennemden gelen bu iblise karşı koru!"
Ve hıçkırıklar içinde, abartılı bir şaka havasıyla devam etti: "O-boo-hoo-hoo! Aşağı in ve beni kurtar, yalvarıyorum, rica ediyorum, yoksa mahvolurum."
Sessizlik cevap verdi.
"Hayvanlardan bile daha vahşi bir nankörlük," diyerek, başka bir yola saparak, karışık ve yarım yamalak alıntılarla devam etti Gant. "Cezalandırılacaksınız, gökte âdil bir Tanrı olduğuna göre, hepiniz cezalandırılacaksınız. Yaşlı adamı tekmeleyin, vurun, sokağa atın: artık bir işe yaramıyor. Artık ailesine bakamıyor, gönderin onu, o tepeyi aşıp düşkünler evine. Orası ona uygun. Kemiklerini taşlarda çıngırdatın. Babana hürmet et ki günlerin uzun olsun. Ah, Tanrım!
Bakın, burada Cassius’un hançeri geçti;
Görün, Casca’nın açtığı yarayı;
Buradan sevilen Bürütüs vurdu;
Ve lanetli çeliğini çekip alırken,
Bakın Sezar’ın kanı nasıl aktı
Tam bu sırada Bayan Duncan, kocasına, "Jeemy," dedi, "Gitsen iyi olur. Yine zıvanadan çıktı, hem o kadın hamile."
İskoç adam, sırtını yeni pişmiş ekmeğin sıcak kokusuna, düzenli yaşamının alışılmış ritüeline dönerek, sandalyeyi geriye itti ve kapıya doğru kararlı adımlarla ilerledi.
Gant’ın evinin önündeki kapıda Ben tarafından çağrılmış olan sabırlı Jannadeau’yu buldu. İkisi doğal bir tavırla konuştular ve yukarıda bir gürültü ve bir kadının çığlığını duyunca hızla basamaklardan yukarı çıktılar. Eliza, yalnızca geceliğiyle, kapıyı açmıştı.
"Çabuk gelin!" diye fısıldadı Eliza. "Çabuk gelin!"
"Tanrı aşkına, onu öldüreceğim!" diye bağırdı Gant, merdivenlerden aşağıya, kendine daha fazla zarar verme ihtimaliyle dengesizce atılırken. "Onu şimdi öldüreceğim ve bu ıstırabı sona erdireceğim!"
Elinde ağır bir demir çubuk vardı. İki adam onu yakaladı; iri yarı kuyumcu, sessiz bir güçle elindeki çubuğu aldı.
"Başını yatak korkuluğuna çarptı, anne," dedi Steve, aşağı inerken. Bu doğruydu; Gant’ın başı kanıyordu.
"Amcan Will’i çağır oğlum. Çabuk!" Çocuk tazı gibi hızla fırladı.
"Bu sefer cidden niyetliydi," diye fısıldadı Eliza.
Duncan, kapının dışında, kapıya üşüşen komşu kalabalığı içeri girmesinler diye kapıyı kapattı.
"Bu kadar heyecanlanma, Bayan Gant," dedi sakin bir İskoç aksanıyla.
"Onu benden uzak tutun! Uzak tutun!" diye güçlü bir şekilde haykırdı Eliza.
"Tabii ki uzak tutacağım!" diye cevapladı Duncan, güven verici bir sessizlikle.
Eliza merdivenlere yöneldi ama ikinci basamakta dizlerinin üstüne ağır bir şekilde düştü. Banyoya kendini kilitlemiş olan taşralı hemşire, yardımına koştu. Kadının ve Grover’ın desteğiyle yavaşça yukarı çıktı. Dışarıda Ben, alçak saçaktan zambakların üzerine çevik bir hareketle atladı; Seth Tarkinton, çitin tellerine tutunarak selamlar haykırdı.
Gant, iki cüsse arasında, sersemlemiş bir şekilde itaatkârca uzaklaştırıldı. Devasa bedeni, sallanan sandalyesinde çarpık bir şekilde otururken, onu soyup yatırdılar. Helen, bir süredir mutfakta meşguldü; şimdi elinde kaynar bir çorba ile göründü.
Gant’ın cansız gözleri, Helen’i gördünce, onu tanımanın ışıltısıyla parladı.
"Ah, bebeğim," diye bağırdı, kollarıyla büyük, sarhoş bir daire çizerken, "nasılsın?" Çorbayı yere koydu; Gant onu, ince bedenini ezici bir şekilde kucaklayarak kendine çekti, sert kıllı bıyığıyla yanağına ve boynuna sürtünerek, üzerine çavdar viskisinin keskin, ağır kokusunu bıraktı.
"Ah, kendini kesmiş!" Küçük kız ağlayacak gibi oldu.
"Bebeğim, bak bana ne yaptılar," dedi Gant, yarasını işaret edip mızıldanarak.
Will Pentland, ölüm, hastalık ve dehşet zamanları dışında birbirlerini asla görmeyen ama hiçbir zaman da unutmayan o soyun gerçek bir üyesi olarak içeri girdi.
"İyi akşamlar, Bay Pentland," dedi Duncan.
"Fena değil," dedi Will, kuş gibi bir baş selamı ve göz kırpışla, iki adamı da hoşgörülü bir şekilde süzerek. Ateşin önünde durdu ve kör bir bıçakla düşünceli bir şekilde kısa tırnaklarını törpülemeye başladı. Bu, yanında biri varken sıkça yaptığı bir hareketti; çünkü kimsenin, tırnaklarını törpülerken ne düşündüğünü anlayamayacağını hissederdi.
Will’in varlığı, Gant’ı hemen uyuşukluğundan çekip çıkardı. Ortaklığın dağılışını ve ateşin önünde dikilen Will Pentland’ın aşina duruşunu hatırladı. Bu, soyun en nefret ettiği özelliklerini (alaycı kendini beğenmişliğini, bitmek bilmeyen kelime oyunlarını ve başarılarını) ona hatırlatıyordu.
"Dağ sıçanları!" diye kükredi Gant. "Dağ sıçanları! Aşağılıkların en aşağılığı! Âdilerin en âdisi!"
"Bay Gant! Bay Gant!" diye yalvardı Jannadeau.
"Sana ne oldu, W.O.?" dedi Will Pentland, parmaklarından kafasını kaldırarak masum bir ifadeyle. "Yediğin bir şey mi dokundu yoksa?" Duncan’a zeki bir işmar çaktı ve parmaklarına geri döndü.
"Senin sefil ihtiyar baban," diye haykırdı Gant, "borçlarını ödemediği için kasaba meydanında kırbaçlandı." Bu tamamen hayal ürünü bir hakaretti, ama Gant’ın zihninde, birçok başka klişe hakaret gibi, gerçekliğe dönüşmüştü, çünkü ona büyük bir tatmin veriyordu.
"Meydanda kırbaçlanmış mı?" dedi Will, bu fırsatı kaçırmadan yine göz kırparak. "Bunu pek de sessiz sedasız tutmuşlar, değil mi?" Ama yüzündeki yoğun, iyi huylu duruşun ardında, gözleri sertti. Parmaklarını törpülerken dudaklarını düşünceli bir şekilde büzdü.
"Ancak, sana, babası hakkında bir şey söyleyeyim W.O.," diye sakin ama tehditkâr bir yargıyla devam etti bir an sonra. "Karısının, yatağında kendi kendine ölmesine izin verdi. Onu öldürmeye çalışmadı."
"Hayır, Tanrı aşkına!" diye karşılık verdi Gant. "Onu açlıktan öldürdü. O kadın hayatında bir kere bile düzgün bir yemek yediyse, onu da benim çatım altında yemiştir. Şundan eminim: Cehenneme gidip dönse bile, iki kere üst üste, o yemeği ne ihtiyar Tom Pentland’dan ne de oğullarından alabilirdi."
Will Pentland kör bıçağını kapatıp cebine koydu.
"Eski Binbaşı Pentland hayatında bir gün bile dürüstçe çalışmadı," diye bağırdı Gant, neşeli bir sonradan akılettiği anıyla.
"Hadi ama, Bay Gant!" dedi Duncan, sitemle.
"Sessiz ol! Sessiz ol!" diye sertçe fısıldadı küçük kız, çorbayla ona doğru yaklaşarak. Dumanı tüten kepçeyi ağzına uzattı, ama Gant başka bir hakaret savurmak için başını çevirdi. Küçük kız bir tokatla onun ağzına sertçe vurdu.
"Bunu içeceksin!" diye fısıldadı. Gant, gözleri kızın üzerinde yumuşarken, alçakgönüllü bir gülümsemeyle çorbayı içmeye başladı.
Will Pentland bir an kıza dikkatle baktı, ardından Duncan ve Jannadeau’ya göz kırpıp başını salladı. Tek kelime etmeden odadan çıkıp merdivenleri tırmandı. Kız kardeşi sırtüstü uzanmış bir şekilde sessizce yatıyordu.
"Nasıl hissediyorsun, Eliza?" Oda, olgunlaşan armutların zengin kokusuyla doluydu; alışılmadık bir şekilde ızgarada çam dallarından bir ateş yanıyordu. Will ateşin önüne geçip tırnaklarını törpülemeye başladı.
"Kimse bilmiyor, kimse bilmiyor," diye başladı Eliza, bir anda hızla gözyaşlarına boğularak, "ne çektiğimi…" Gözlerini bir an içinde yorganın köşesiyle sildi; geniş, güçlü burnu, bembeyaz yüzünün üzerinde kırmızı bir alev gibi duruyordu.
"Ne var güzel bir şeyler yemek için?" dedi Will, ona komik bir oburlukla göz kırparak.
"Orada, rafa koyduğum armutlar var Will. Geçen hafta koymuştum olgunlaşmaları için."
Will büyük dolaba girdi ve bir an sonra kocaman sarı bir armutla geri döndü; tekrar ateşin önüne geçti ve bıçağının küçük ağzını açtı.
"Yemin ederim, Will," dedi Eliza bir süre sessizliğin ardından. "Artık dayanabileceğim kadarını yaşadım. Ona ne oldu bilmiyorum. Ama bahse girerim ki daha fazlasına dayanmayacağım. Kendime nasıl bakacağımı biliyorum," dedi, kararlı bir şekilde başını sallayarak. Will, bu tonu tanıyordu.
"Neyse, Eliza," diye başlayıp neredeyse kendini ele verecekti. "Eğer bir yerde bina yapmayı düşünüyorsan, ben—" ama kendini zamanında toparladı. "Sana malzeme için en iyi fiyatı veririm," diye tamamladı sözlerini ve hızlıca bir dilim armudu ağzına attı.
Eliza, dudaklarını birkaç saniye boyunca büzdü.
"Hayır," dedi. "Henüz o aşamada değilim Will. Sana haber veririm." Ateşin üzerindeki gevşek kömür parçaları çıtırdayarak çöktü.
"Sana haber veririm," diye tekrarladı. Will bıçağını kapatıp pantolon cebine koydu.
"İyi geceler, Eliza," dedi. "Sanırım Pett seni görmeye gelir. Ona iyi olduğunu söylerim."
Merdivenlerden sessizce indi ve ön kapıdan dışarı çıktı. Yüksek veranda basamaklarından inerken, Duncan ve Jannadeau, oturma odasından bahçe boyunca sessizce yaklaşarak yanına geldiler.
"W.O. nasıl?" diye sordu.
"Ah, şimdi iyi," dedi Duncan neşeyle. "Derin bir uykuya daldı."
"Âdil olanın uykusu mu?" diye sordu Will Pentland, göz kırparak.
Jannadeau, Titan'ına yapılan bu îma dolu alaya içerledi. "Büyük bir yazık," dedi Jannadeau, boğuk bir sesle, "Bay Gant’ın içmesi. Onun gibi bir akıl başka yerlere varırdı. Ayık olduğunda, ondan daha iyi bir adam yoktur."
"Ayık olduğunda mı?" dedi Will, karanlıkta ona göz kırparak. "Peki ya uyurken?"
"Helen onu ele geçirdiği anda işler yoluna giriyor," dedi Duncan, zengin sesiyle. "O küçük kızın ona neler yapabildiği inanılmaz."
"Ah, size söylüyorum!" diye güldü Jannadeau keyifle. "O küçük kız babasını içten dışa tanıyor."
Küçük kız, oturma odasındaki sönmekte olan ateşin başında büyük bir sandalyeye oturmuş, alevler kömürlere dönerken, sessizce kitap okuyordu. Sonra, yavaşça kürekle külleri ateşin üzerine attı. Gant, duvara yaslanmış pürüzsüz deri kanepede derin bir uykudaydı. Üzerine bir battaniye sarmıştı; bir sandalyeye bir yastık koyup ayaklarını üstüne yerleştirmişti. Gant’tan viski kokusu fışkırıyordu; horlarken pencere titriyordu.
Böylece, unutulmuşluğa gömülmüş olarak, gecesi geçti; Eliza’da doğum sancıları sabah saat iki civarında başladığında hâlâ uyuyordu. Gant, doktorun, hemşirenin ve karısının sabırlı acıları ve çabaları boyunca derin bir uykuda kaldı.
DÖRDÜNCÜ KISIM
Bebek, bir özdeyişi tersine çevirmek gerekirse, dünyaya gelmek için dayanılmaz derecede uzun bir süre bekledi; ancak Gant, ertesi sabah saat ondan hemen sonra uyandığında, karışık sinirlerden ve belirsiz anıların titreyen utancından inlerken, Helen’in getirdiği sıcak kahveyi yudumladığı an, yukarıdan uzun, güçlü bir çığlık duydu.
"Ah, Tanrım, Tanrım," diye inledi. Eliyle sesin geldiği yeri işaret etti. "Kız mı, erkek mi?"
"Henüz görmedim, baba," dedi Helen. "Bizi içeri almıyorlar. Ama Doktor Cardiac dışarı çıkıp iyi çocuk olursak bize küçük bir oğlan getirebileceğini söyledi."
Teneke çatıdan müthiş bir gürültü geldi, ardından taşralı hemşirenin azarlayan sesi duyuldu: Steve, verandanın çatısından Gant’ın penceresinin dışındaki zambak yatağına kedi gibi atladı.
"Steve, seni aşağılık hergele," diye kükredi Gant, sağlığına anlık bir dönüşle, "Jesus aşkına, ne yapıyorsun?"
Çocuk, çitin üzerinden kayboldu.
"Gördüm! Gördüm!" diye sesi uzaktan yankılandı.
"Ben de gördüm!" diye bağırdı Grover, odayı bir uçtan diğerine mutlulukla koşturarak.
"Eğer bir daha o çatıya çıkarsanız," diye yukarıdan bağırdı taşralı hemşire, "derinizi yüzerim."
Gant, en yeni varisinin bir erkek olduğunu duyduğunda anlık bir neşeyle doldu; ancak şimdi, odanın bir ucundan diğerine yürüyerek sonsuz bir şikâyet sergiliyordu.
"Ah, Tanrım, Tanrım! Yaşlılığımda bu da mı başıma gelecekti? Bir ağız daha besleyeceğim! Korkunç, dehşet verici, zalimce," dedi ve yapmacık bir şekilde ağlamaya başladı. Fakat bir süre sonra, kimsenin yakınında olmadığını fark edince birden durdu ve kendini kapıya doğru fırlattı. Yemek odasından geçerek koridora yöneldi, yüksek sesle şikâyet etmeye başladı:
"Eliza! Karıcığım! Ah, sevgilim, beni affettiğini söyle!" Merdivenleri, zorlukla ve hıçkırarak çıktı.
"Onu buraya sakın sokmayın!" diye, keskin ve oldukça etkileyici bir enerjiyle bağırdı duaların hedefindeki kadın.
"Şimdi içeri giremeyeceğini söyleyin," dedi Cardiac, hemşireye kuru sesiyle, tartıyla ilgilenirken. "Zaten sadece süt var içecek," diye ekledi.
Gant kapının dışındaydı.
"Eliza, karıcığım! Bana merhamet et, sana yalvarıyorum. Eğer bilseydim..."
"Ah evet," dedi taşralı hemşire, kapıyı sertçe açarak, "eğer köpek ayağını kaldırmak için durmasaydı, tavşanı yakalardı! Çekil buradan!" Ve kapıyı şiddetle yüzüne kapattı.
Gant, başı eğik bir şekilde merdivenlerden indi, ama hemşirenin cevabını düşününce sinsi bir şekilde gülümsedi. Büyük baş parmağını hızla diline değdirerek ıslattı.
"Merhametli Tanrım!" dedi ve güldü. Sonra kafesinde hapis bir şekilde, yasını sürdürmeye devam etti.
"Sanırım bu işimizi görecek," dedi Cardiac, topuklarından tutarak kırmızı, parlak ve buruşuk bir şeyi kaldırıp, biraz hareketlenmesi için poposuna sertçe vururken.
Yeni vâris, gerçekte bu dünyaya eksiksiz bir donanımla gelmişti: her türlü aparat, uzuv, vida, musluk, kanca, düğme, çivi, bu en enerjik, itici ve rekabetçi dünyada tam bir görünüm, uyumlu parçalar ve etkileyici bir bütünlük için gerekli her şeyle donatılmıştı. O, küçük bir meşe palamudu gibi, devasa meşe ağacına dönüşmesi beklenen, tüm çağların vârisi, yerine getirilememiş şöhretin mirasçısı, ilerlemenin çocuğu, yeni Altın Çağ’ın sevgilisi ve dahası, Şans ve Perileri, bu zamansız nimetlere ve aileye boğulan çocuğu dikkatlice saklayarak, onu İlerleme'nin zaferle çürümeye başladığı bir döneme denk getirdi.
"Peki, ne isim vereceksiniz buna?" diye sordu Doktor Cardiac, bu en asil, yaramaz çocuğa şok edici ve tıbbi bir kabalıkla atıfta bulunarak.
Eliza, kozmik titreşimlere daha uyumlu bir şekilde yanıt verdi. Gelişin taşıdığı anlamın tam olmasa da büyük bir farkındalığıyla, Şans’ın Çocuğu'na "Eugene" adını verdi.
Bu isim, hoş bir şekilde, "iyi doğmuş" anlamına gelir, ancak herkesin kabul edeceği üzere, hiçbir zaman "iyi yetişmiş" anlamına gelmez, gelmemiştir de.
Bu seçilmiş parıltı, ki kendisine bir isim çoktan verilmiş ve bu anlatının merkezindeki pek çok olayın onun etrafında şekilleneceği belirtilmişti, tarihin tam da mızrak ucunda doğmuştu. Ama belki de sevgili okuyucu, bunu zaten düşünmüşsündür? Düşünmedin mi? O zaman gel, tarihsel hafızanı tazeleyelim.
1900 yılına gelindiğinde, Oscar Wilde ve James A. McNeill Whistler, yirmi yıl sonra Eugene’nin duymaya mahkûm olduğu o meşhur sözleri neredeyse tamamlamışlardı; Büyük Viktorya döneminin pek çok figürü, bombardıman başlamadan önce ölmüştü; William McKinley ikinci dönemine aday olmuştu, İspanyol donanmasının mürettebatı ise eve bir römorkörle dönmüştü. Yurt dışında, sert mizaçlı Britanya, 1899’da Güney Afrikalılara ültimatom göndermişti; Lord Roberts (“Küçük Bobs,” adamlarının ona sevgiyle taktığı isim) birkaç İngiliz yenilgisinden sonra başkomutan olarak atanmıştı; Transvaal Cumhuriyeti, Eugene’nin doğduğu ay olan Eylül 1900’de resmen Büyük Britanya’ya ilhak edilmişti. İki yıl sonra bir Barış Konferansı düzenlendi.
Peki ya Japonya’da neler oluyordu? Söyleyeyim: İlk parlamento 1891’de toplandı, 1894–95 yıllarında Çin ile bir savaş yaşandı, 1895’te Formoza (Tayvan) Japonya’ya bırakıldı. Ayrıca, Warren Hastings yargılandı ve azledildi; Papa Beşinci Sixtus gelip geçti; Dalmaçya Tiberius tarafından fethedildi; Belisarius, Justinianus tarafından kör edildi; Wilhelmina Charlotte Caroline von Brandenburg-Ansbach ile İkinci George’un düğün ve cenaze törenleri gerçekleştirildi, Navarre Kraliçesi Berengaria ile Birinci Richard’ın evliliği ise artık yalnızca uzak bir hatıraydı; Diocletianus, Beşinci Charles ve Sardinya Kralı Victor Amadeus tahtlarından feragat ettiler; İngiltere’nin Şair Ödülü sahibi Henry James Pye ölmüştü; Cassiodorus, Quintilianus, Juvenalis, Lucretius, Martial ve Brandenburg’un Albert Ayısı son çağrıya cevap verdi; Antietam, Smolensko, Drumclog, Inkerman, Marengo, Cawnpore, Killiecrankie, Sluys, Actium, Lepanto, Tewkesbury, Brandywine, Hohenlinden, Salamis ve Wilderness savaşları karada ve denizde gerçekleşti; Hippias, Alcmaeonidae ve Spartalılar tarafından Atina’dan sürüldü; Simonides, Menander, Strabo, Moschus ve Pindar dünyadaki hesaplarını kapattılar; kutsal Eusebius, Athanasius ve Chrysostom, ilahi nişlerine gittiler; Menkaura Üçüncü Piramit’i inşa etti; Aspalta zafer dolu ordulara liderlik etti; uzak Bermuda, Malta ve Rüzgâraltı Adaları sömürgeleştirildi.
Ayrıca, İspanyol Armada’sı yenilgiye uğradı; Başkan Abraham Lincoln suikasta kurban gitti; Halifax Balıkçılık Ödülü, Britanya’ya on iki yıllık balıkçılık ayrıcalıkları karşılığında 5.500.000 dolar verdi. Ve nihayet, yalnızca otuz veya kırk milyon yıl önce, ilk atalarımız ilkel çamurdan sürünerek çıkmış, ama değişimi rahatsız edici buldukları için tekrar geri dönmüşlerdi.
Eugene, 1900 yılında insanlık sahnesine adım attığında, tarih işte bu durumdaydı.
Onun hayatının ilk yıllarında dokunduğu dünyayı, daha geniş bir şekilde anlatmayı, yaşamın anlamını beşiğin veya zeminin bakış açısından tüm perspektifleri ve çıkarımlarıyla göstermeyi isterdik. Ancak bu izlenimler, zeka eksikliği nedeniyle değil, kas kontrolünün, ifade gücünün ve insan zihnini üç-dört yaşına kadar savaşa sürükleyen yalnızlık, yorgunluk, bunalım, sapkınlık ve mutlak boşluk dalgaları nedeniyle bastırılmıştır.
Beşiğinde karanlık bir şekilde uzanmış, yıkanmış, pudralanmış ve beslenmiş olarak, uykuya (ona zamanı unutturan ve hep parlak bir yaşam gününü sonsuza dek kaçırmış gibi hissettiren bitmek bilmeyen uykuya) dalmadan önce birçok şeyi sessizce düşündü. Bu anlarda, fiziksel özgürlüğünü kazanmadan önce katlanmak zorunda kalacağı rahatsızlık, zayıflık, sessizlik ve sonsuz yanlış anlaşılma düşüncesiyle yorgun bir korku içinde kalıyordu. Önündeki bitmek bilmez mesafeyi, kontrol merkezlerinin uyumsuzluğunu, disiplin altına alınmamış ve başına buyruk mesanesini, alaycı kardeşlerinin önünde yaşadığı çaresiz gösteriyi düşünmekten hasta oluyordu; kurutulup, temizlenip, onların meraklı bakışları altında çevrilip duruyordu.
Kapalı bir odada, yerde, güneşin kalın ışık huzmelerinin çizgiler hâlinde belirdiği bir yalnızlığa bırakıldığında, içini derin bir üzüntü ve yalnızlık kapladı: Hayatını, bir orman geçidinin ciddi görünümüyle gördü ve hep üzgün olanın kendisi olacağını anladı. O, küçük kafatasının yuvarlağına hapsedilmiş, durmadan atan ve en gizli duran yireğine kilitlenmiş, hayatı her zaman yalnız koridorlarda yürüyecekti. Kaybolmuş… İnsanların birbirine sonsuza dek yabancı kalacağını, kimsenin kimseyi tam olarak tanımadığını, annesinin karanlık rahminde onun yüzünü bile görmeden hayata geldiğini, kollarına bir yabancı olarak teslim edildiğini, varoluşun çözümsüz hapishanesine kapatıldığını ve bu hapisten hiçbir zaman, kim tarafından kucaklanırsa kucaklansın, hangi dudaklar tarafından öpülürse öpülsün, hangi kalp tarafından ısıtılırsa ısıtılsın kurtulamayacağını anladı. Asla, asla, asla.
Etrafında dolaşan büyük figürlerin, beşiğine korkunç bir şekilde eğilen devasa alaycı kafaların, üzerinde anlamsız bir şekilde yankılanan güçlü seslerin, birbirlerine karşı da, kendisine olduğundan çok daha fazla bir anlayış göstermediklerini gördü: konuşmalarının, tüm akıcılık ve hareket kolaylıklarının düşünce yahut duygularını aktarmada sınırlı kaldığını, sıklıkla, anlayışı artırmaktan ziyade çekişmeyi, öfkeyi ve önyargıyı derinleştirip genişlettiğini fark etti.
Beynini korkuyla kararttı. Kendini bu devasa ve uzak figürler tarafından beslenen, avuntu olarak sevilip oynatılan bir dilsiz yabancı, eğlenceli küçük bir palyaço olarak gördü. Bir sırdan bir diğerine gönderilmişti: bilincinin içinde veya dışında bir yerlerde, deniz altında çalınıyormuş gibi hafifçe yankılanan büyük bir çan duydu ve dinlerken, zihninde hatıranın hayaleti dolaştı; bir an için, kaybettiğini, neredeyse geri kazandığını hissetti.
Bazen, beşiğinin yüksek duvarlarına tutunup doğrulduğunda, aşağıda halının desenlerine başı dönerek bakardı; dünya, zihninde bir gelgit gibi gelip giderdi, kimi zaman keskin bir görüntüyle, tüm netliğiyle bir an için belirir, sonra tekrar silikleşerek, uykulu bir şekilde uzaklaşırdı. O an, hislerin bulmacasını parça parça birleştirmeye çalışırken, yalnızca ocak demirinin üzerindeki ateşin dans eden ışığını görebilir, uzakta büyülü bir dünyada, güneşle ısınmış tavukların peri gibi gaklamalarını işitebilirdi. Yine bir başka an, sabah uyandıklarında net ve yüksek sesle öten horozların çağrısını duyduğunda, birden yaşamın farkında, uyanık bir vatandaşa dönüşürdü; veya fantezi ile gerçeğin dalgaları arasında gidip gelirken, Daisy’nin oturma odasından yükselen müziğin, peri masallarını andıran gürültüsünü işitirdi. Yıllar sonra, bu sesi yeniden duyduğunda, beyninde bir kapı açıldı: Daisy, ona bunun Paderewski’nin Minuet’i olduğunu söylemişti.
Beşiği, içi iyi döşenmiş ve yastıklarla desteklenmiş büyük, örgülü bir sepetti; güçlendikçe, içinde olağanüstü akrobatik hareketler yapabiliyordu, yuvarlanıp vücudunu bir çember hâline getirebiliyor, kolayca ve güçlü bir şekilde doğrulabiliyordu. Sabırlı bir çabayla, kenarından yere inmeyi başarabiliyordu. Yerde, halının geniş desenlerinin üzerinde emekleyerek, gözleri, kaotik bir şekilde zemine yığılmış büyük ahşap bloklara odaklanıyordu. Bu bloklar ağabeyi Luke’a aitti; alfabenin tüm harfleri, parlak renklerde oyularak üzerlerine kazınmıştı.
Küçücük elleriyle beceriksizce tutarak, saatlerce bu konuşma sembollerini incelerdi; dilin mabedinin taşlarını elinde tuttuğunu hissederek, bu anarşiden düzen ve anlam çıkaracak anahtarı bulmaya çabalardı. Yükseklerde büyük sesler yankılanır, devasa şekiller belirip kaybolur, onu baş döndürücü yüksekliklere kaldırır, tükenmez bir güçle tekrar bırakırlardı. Deniz altında, bir çan yankılanırdı.
Güney’in zengin baharı cömertçe açıldığında, bahçenin süngerimsi siyah toprağı âniden beliren yumuşak çimenlerle ve ıslak çiçeklerle kaplanmıştı; büyük kiraz ağacı, kehribar renginde bir reçineyle yavaşça kaynıyor, kirazlar ise bereketli salkımlar hâlinde olgunlaşıyordu. Gant, Eugene’i yüksek ön verandada, güneşin altında durduğu sepetinden aldı ve onu zambak yataklarının yanından dolaşarak, evin arkasına, kuşların gizlendiği ağaçların altında şarkı söylediği yere götürdü, ardından bahçenin en uzak köşesine kadar yürüdü.
Burada toprak gölgesiz, kuru ve pullukla kabartılmış hâldeydi. Eugene, sessizlikten bugünün Pazar olduğunu anladı: yüksek tel çitin kenarında sıcak kuzukulağının ağır kokusu duyuluyordu. Öte yanda Swain’in ineği, serin ve sert otları koparıyor, zaman zaman başını kaldırarak güçlü ve derin sesiyle Pazar coşkusunu haykırıyordu. Ilık, temizlenmiş havada Eugene, mahalledeki canlı arka bahçe seslerini mutlak bir netlikle işitti, bütün sahnenin farkına keskin bir şekilde vardı. Swain’in ineği yeniden seslendiğinde, içinde bir kapının açıldığını hissetti. Cevap verdi: “Möö!” Bu sesi ürkek ama kusursuz bir şekilde taklit etti ve inek yeniden seslenince, bir an içinde, kendinden emin bir şekilde yeniden tekrar etti.
Gant’ın sevinci tarifsizdi. Dönüp bütün bacaklarının gücüyle evi boydan boya koşarak geçti. Koşarken, sert bıyığını Eugene’in narin boynuna bastırarak sevecen bir şekilde "Möö!" diyordu ve her seferinde bir cevap alıyordu.
"Tanrı aşkına!" diye bağırdı Eliza, mutfak penceresinden bakarken, Gant’ın bahçede hızla koştuğunu görünce, "Bu çocuk bir gün ölecek!"
Gant mutfak basamaklarından yukarıya hızla tırmanırken (evin alt kısmı tamamen yerden yüksekteydi) Eliza, elleri unla kaplanmış ve burnu ocak sıcağından kızarmış bir hâlde, küçük kafesli verandaya çıktı.
"Ne yapıyorsunuz Bay Gant, bu da neyin nesi?" diye sordu.
"Möööö! ‘Möööö!’ dedi! Evet, dedi!" Gant, Eliza yerine Eugene’e hitap ederek konuşuyordu.
Eugene hemen cevap verdi: Durumun oldukça saçma olduğunu hissetti, ancak önümüzdeki birkaç gün boyunca Swain’in ineğini taklit etmekle meşgul edileceğini anladı. Yine de oldukça heyecanlıydı, çünkü artık bir duvarın yıkıldığını hissediyordu.
Eliza da bu duruma heyecanlanmıştı, ama bunu belli etmenin yolu olarak, ocağa geri dönüp sevincini sakladı ve şöyle dedi: "Yemin ederim Bay Gant. Çocukla bu kadar aptallık yapan birini daha görmedim."
Eugene, oturma odasının zemininde, sepetinde uyanık bir şekilde uzanmış, aile üyelerinin hevesle taşıdığı, dumanı tüten tabakları izliyordu. Eliza, bu dönemde muhteşem yemekler yapıyordu ve bir Pazar yemeği gerçekten hatırlanmaya değerdi. Kiliseden dönüşlerinden beri geçen iki saat boyunca, küçük çocuklar mutfağın etrafında aç gözlerle dolanmışlardı: Ben, ciddi bir şekilde kaşlarını çatarak, ekranın dışında saygınlığını koruyarak, sık sık mutfağı kontrol etmek için evde turlar atıyordu; Grover, içeri girip pişirme sürecini açık bir merakla izliyor, ama hemen dışarı kovuluyordu; Luke, geniş, neşeli yüzü büyük bir zaferle gülümseyerek. evin içinde koşuşturuyordu, mutlulukla bağırarak:
"Veeni, viidi, viiki,
Veeni, viidi, viiki,
Veeni, viidi, viiki,
Vii, Vii, Vii."
Daisy ve Josephine Brown’un, birlikte Sezar üzerine çalışmasını duymuştu ve bu şarkı, Sezar’ın ünlü sözü "Veni, Vidi, Vici"nin bir yorumuydu.
Eugene beşiğinde yatarken, açık kapıdan yemek odasındaki tabakların çınlamasını, çocukların çığlık çığlığa heyecanlarını, Gant’ın eti dilimlemek için bıçağı hazır ederken, çelik ve metal seslerini duyuyordu. Sabahın büyük olayının, aynı ayrıntılarla ama artan bir hevesle tekrar tekrar anlatıldığını işitti.
"Yakında," diye düşündü, ağır yemek kokusu burnuna dolarken, "ben de onlarla birlikte olacağım." Gizemli ve iştah açıcı yiyeceklerin hayalini kurdu.
Tüm öğleden sonra Gant, verandada komşuları çağırarak ve Eugene’i numarasını yapmaya teşvik ederek hikâyeyi anlattı. Eugene, o gün konuşulan her şeyi net bir şekilde duyuyordu: cevap veremiyordu, ancak artık konuşmanın yakın olduğunu hissediyordu.
Daha sonra, hayatının ilk iki yılını parlak ve izole anılar hâlinde izledi. İkinci Noel’ini, büyük bir şenlik dönemi olarak, belirsiz bir şekilde hatırlıyordu: bu, üçüncü Noel’e alışmasını sağladı. Çocukların mucizevi bir şekilde kazandığı alışkanlıkla, sanki Noel’i sonsuza dek biliyormuş gibi geliyordu.
Güneş ışığını, yağmuru, sıçrayan ateşi, beşiğini ve kışın sert hapishanesini hatırlıyordu. İkinci baharında, sıcak bir günde, Daisy’nin tepenin yukarısındaki okula gittiğini gördü: öğlen tatili bitmişti, Daisy öğle yemeği için eve gelmişti. Daisy, Miss Ford’un Kızlar İçin Okulu’na gidiyordu; bu, dik bir tepenin başındaki köşede yer alan kırmızı tuğlalı bir konaktı. Eugene, Daisy’nin biraz aşağıda Eleanor Duncan’la buluştuğunu izledi. Saçları, sırtından aşağıya uzanan iki uzun örgü hâlindeydi: Daisy çekingen, mahcup ve utangaçtı; ama Eugene, onun kendisine olan ilgisinden korkuyordu. Daisy onu öfkeyle yıkıyordu; sakin dış görünüşünün altındaki tüm patlayıcı ve şiddetli duygularını, onun narin bedenine boşaltıyordu. Eugene’i neredeyse derisini yüzene kadar sertçe ovuyordu. Eugene acıyla feryat ediyordu. Daisy tepeyi tırmanırken Eugene, onun kim olduğunu hatırladı. Aynı kişi olduğunu fark etti.
Eugene, ikinci yaş gününü ışığın giderek arttığı bir zamanda geçirdi. Ertesi ilkbaharın başlarında, bir ihmal dönemi yaşadığının farkına vardı: ev, ölüm sessizliğine bürünmüştü; Gant’ın sesi artık etrafında yankılanmıyordu, oğlanlar ise sessiz adımlarla girip çıkıyorlardı. Ailenin dördüncü çocuğu olan Luke, tifodan çok ağır bir şekilde hastalanmıştı; Eugene, neredeyse genç denebilecek, pasaklı, zenci bir kadına emanet edilmişti. Onun uzun, pejmürde duruşunu, tembelce yere vuran ayaklarını, kirli beyaz çoraplarını ve keskin, yoğun kokusunu net bir şekilde hatırlıyordu.
Bir gün, genç kadın onu yan verandaya oyun oynaması için çıkardı: bu, toprağın çözülüp ıslandığı genç bir ilkbahar sabahıydı. Kadın, yan basamaklara oturup esnerken, Eugene kirli küçük elbisesiyle patikada ve zambak yatağında oynuyordu. Sonunda kadın, direğe yaslanarak uykuya daldı. Eugene, ustalıkla bedenini geniş tel çitlerin arasından geçirerek, Swainlerin evine giden kömürlü patikaya ve ardından Hilliardların süslü ahşap sarayına doğru yol aldı.
Hilliardlar, kasabanın en üst aristokrasisi arasında yer alıyordu: Güney Karolina’dan, "Charleston yakınlarından" gelmişlerdi ki bu, o dönemde başlı başına bir prestij kazandırıyordu. Ev, tepeden tırnağa ceviz kahvesi tonlarında, pek çok açıdan oluşmuş ve görünüşe göre hiçbir plana sahip olmayan devasa bir çatı yapısıydı. Ev, Gantların evine doğru eğimli bir tepenin en üstünde konumlanmıştı; evin önündeki düz arazi, görkemli, yükselen meşe ağaçlarıyla doluydu. Aşağıda, kömürlü patikanın yanında, Gantların meyve bahçesinin bitişiğinde, yüksek sesli çam ağaçları sıralanmıştı.
Bay Hilliard’ın evi, kasabanın en güzel konutlarından biri olarak kabul ediliyordu. Mahalle orta sınıftan oluşuyordu, ancak evin bulunduğu konum muazzamdı ve Hilliardlar büyük bir görkemle yaşamlarını sürdürüyorlardı. Kendi kalelerinin lordları olarak köye inerlerdi, ama halka karışmazlardı. Tüm arkadaşları uzaklardan arabalarla gelirlerdi; her gün, saat tam ikide, eski üniformalı zenci bir adam, iki parlak kahverengi kısrakla dolambaçlı patikadan hızlıca gelir, evin yanındaki taşıma girişinde beklerdi. Beş dakika sonra, Bay ve Bayan Hilliard dışarı çıkar, arabalarına biner ve iki saat boyunca ortadan kaybolurlardı.
Bu ritüeli, babasının, oturma odasının penceresinden yıllarca dikkatle izleyen Eugene’i derinden büyülemişti: komşu evdeki insanlar ve yaşam, onun gözünde sembolik bir şekilde erişilmez ve üstün bir dünyayı temsil ediyordu.
O sabah Hilliardların sokağında bulunmuş olmaktan büyük bir memnuniyet duymuştu: bu, onun ilk kaçışıydı ve yasaklanmış, kutsal bir bölgeye adım atmış gibiydi. Yolun ortasında oynayıp durdu, ama kömürlerin kalitesi konusunda hayal kırıklığına uğramıştı. Mahkeme binasının gürleyen çanı on bir kez çaldı.
Her sabah saat tam on biri üç dakika geçe, bu muhteşem düzenin kusursuz işleyişi gereği, devasa gri bir at, arkasında ağır bir bakkal arabasını yavaşça yokuş yukarı sürüklerdi. Bu araba, bakkal dükkanlarının baharatlı, hoş kokularıyla doluydu ve yalnızca Hilliard ailesinin erzaklarını taşırdı; arabanın sürücüsü ise her sabah on biri tam üç dakika geçe, ritüelin bir parçası olarak, rahat bir şekilde uyurdu. Hiçbir şey ters gitmezdi: at, bir yulaf kümesi bile görse, kutsal görevini terk etmezdi.
Böylece at, ağır ağır tepeyi tırmandı, patikanın çukurlarını dönerek ilerledi ve sağ ön ayağının büyük halkasını, yabancı bir parçayla engellendiğini hissedince, aşağıya bakıp, kısa süre önce, küçük bir çocuğun yüzü olan nesneden dikkatlice çekti. Ardından, bacaklarını özenle aralayarak ilerledi, arabayı Eugene’in bedeninin üzerinden geçirip durdu. İki zenci aynı anda uyandılar; evin içinden çığlıklar yükseldi ve Eliza ile Gant dışarı fırladılar.
Korkmuş olan şoför, arabanın âniden döndüğünü farketmemiş olan Eugene’i kaldırıp, iri kıyım Doktor McGuire’ın kollarına verdi. Doktor, şoföre coşkuyla küfrederek, küçük kanlı yüzü hızlı ve hassas parmaklarıyla kontrol etti ve hiçbir kırık olmadığını tespit etti.
Doktor, çaresizce bekleyen yüzlere kısa bir şekilde başını salladı: "Kongre’ye saklanıyor," dedi. "Kötü şansınız ve sağlam kafalarınız var, W.O."
"Ulan lanet olası zenci haydut," diye kükredi Gant, rahatlamanın verdiği şiddetle şoföre yönelerek. "Bunun hesabını vereceksin!" Uzun kollarını çitten geçirip şoförü boğazladı; adam dualar mırıldanıyordu ve çevresinde olanlardan hiçbir şey anlamamıştı, sadece bir kaosun tam ortasında olduğunu biliyordu.
Genç zenci kadın ağlayarak içeri kaçmıştı.
"Bu, göründüğünden daha kötü değil," dedi Dr. McGuire, çocuğu bir kanepeye yatırarak. "Biraz sıcak su, lütfen." Ancak Eugene’i kendine getirmek iki saat sürdü. Herkes at hakkında övgüyle konuşuyordu.
"At, zenciden daha akıllıymış," dedi Gant, başparmağını ıslatarak.
Fakat Eliza, kalbinin derinliklerinde, bütün bunların Karanlık Kız Kardeşler’in planının bir parçası olduğunu biliyordu. Kehanetler çoktan dokunmuş ve okunmuştu: yaşamı koruyan, bir insanın bir yumurtayı kırması kadar kolay parçalanabilecek o ince kafatası, sağlam kalmıştı. Ancak Eugene, uzun yıllar boyunca, bir kentaurun izini taşımak zorunda kaldı; ışık doğru bir açıdan düştüğünde, bu iz görülebiliyordu.
Eugene büyüdüğünde, Hilliardların, malikânenin sınırlarını küstahça zorladığında, yüksek koltuklarından çıkıp çıkmadıklarını bazen merak ediyordu. Hiç sormadı, ama çıkmadıklarını düşünüyordu; en fazla, çekilmiş bir perdenin ardından, muhteşem bir duruşla durmuş olduklarını, ne olduğunu tam olarak anlayamasalar da, kan içeren nahoş bir durum yaşandığını hissettiklerini hayal ediyordu.
Bu olaydan kısa bir süre sonra Bay Hilliard, arsaya, "Girilmez" yazılı bir tabela diktirdi.
BEŞİNCİ KISIM
Luke, doktoru, hemşireyi ve ailesini birkaç hafta boyunca lanetledikten sonra iyileşti; inatçı bir tifo geçiriyordu.
Gant artık, bebeklikten 18 yaşındaki ergen Steve’e ve genç kız Daisy’ye kadar merdiven basamakları gibi sıralanan geniş bir ailenin başındaydı. Daisy, 17 yaşındaydı ve lisenin son sınıfındaydı. Utangaç, hassas bir kızdı; adının çağrıştırdığı gibi, papatyamsı bir görüntüsü vardı. Derslerinde çalışkan ve titizdi: öğretmenleri, onun, tanıdıkları en iyi öğrencilerden biri olduğunu düşünüyorlardı. Fazla bir cevvalliği veya inatçılığı yoktu; talimatlara itaatkârca karşılık verir, kendisine verilen bilgiyi insanlığa geri sunardı. Piyano çalmayı tutkuyla hissetmiyordu, ancak müziği dürüst bir şekilde, akıcı ve güzel bir dokunuşla icra ediyordu. Saatlerce pratik yapardı.
Diğer yandan, Steve’in akademik bir parlaklığı olmadığı açıktı. 14 yaşındayken okul müdürü tarafından, okulu asması ve disiplinsizliği nedeniyle, müdürün küçük ofisine çağrıldı ve bir dayak yemesi gerektiği söylendi. Ancak, itaat etme ruhu onda yoktu: adamın elinden sopayı kaptı, kırdı, gözünün ortasına sağlam bir yumruk indirdi ve neşeyle 18 metre yükseklikten yere atladı.
Bu, hayatında yaptığı en iyi şeylerden biriydi: diğer alanlardaki davranışları ise o kadar talihli sonuçlar doğurmadı. Çok erken yaşta, devamsızlıkları artıp, okuldan atıldıktan sonra ve yaşamı hızla meydan okuyan bir sertlik içinde şekillenirken, Steve ile Gant arasındaki düşmanlık açık ve keskin bir hâl aldı. Gant, belki de oğlunun birçok kötü huyunun kendininkine benzediğini fark ediyordu: ancak Steve’in bu özelliklerin telafi edici bir karşılığı yoktu. Kalbinin olması gerektiği yerde, kaya gibi bir yağ tulumundan başka bir şey bulunmuyordu.
Hepsi arasında, en kötü kaderi o yaşamıştı. Çocukluğundan beri babasının en çılgın taşkınlıklarının tanığı olmuştu. Ve hiçbirini unutmamıştı. Ayrıca, en büyük çocuk olarak, Eliza'nın dikkati küçük çocuklarına yönelmişken, kendi başının çaresine bakmak zorunda bırakılmıştı. Eliza, Eugene’i hâlâ memeden beslerken, Steve, Eagle Crescent’teki kadınlara ilk iki dolarını götürmüştü bile.
Gant’ın kendisine yığdığı hakaretlere içten içe öfkeliydi; hatalarının farkındaydı, ama "beş para etmez bir serseri," "değersiz ve yozlaşmış," "bilardo salonu aylaklığı yapan birisi" gibi sıfatlarla anılmak, onun dışarıya karşı meydan okuyan, şatafatlı bir şekilde sertleşmiş tavrını pekiştiriyordu. Ucuz ve gösterişli bir şekilde giyinmiş, sarı koni burunlu ayakkabılar, göz alıcı çizgili pantolonlar ve renkli şeritli, geniş kenarlı bir hasır şapkayla caddede abartılı bir şekilde yalpalayarak yürür, yüzünde yapmacık bir güven gülümsemesiyle, kendisini fark eden herkese kölece bir samimiyetle selam verirdi. Eğer bir mal sahibi onu selamlarsa, içindeki paramparça ama şişmiş gurur, o kırıntıyı kapar ve eve dönerek acınası bir şekilde böbürlenirdi:
"Onlar küçük Stevie’i hep tanır! Bu kasabanın büyük adamlarının hepsi ona saygı duyar, hem de nasıl! Ailesi hariç herkesin küçük Stevie hakkında güzel bir sözü bulunur. Biliyor musun, bugün J. T. Collins bana ne dedi?"
"Ne dedi? Kim o? Kim o?" diye sorardı Eliza, komik bir çabuklukla, yamadığı çoraptan başını kaldırarak.
"J. T. Collins işte! Kendisi sadece iki yüz bin dolar eder!" derdi. “‘Steve’, dedi, tam böyle, 'Senin zekân bende olsaydı...'” ve bu şekilde devam ederdi, karamsar bir öz tatminle, gelecekteki başarılarının hayalini çizerdi; onu şimdi küçümseyenlerin, o zaman elini sıkmak için sıraya gireceğini anlatırdı.
"Ah, evet," derdi. "O zaman hepsi küçük Stevie’in elini sıkmak için yanıp tutuşacak."
Gant, oğlu okuldan atıldığında, öfkeyle sert bir dayak çekmişti. Bunu hiç unutmadı. Sonunda, çalışıp kendi geçimini sağlaması söylendi. Soda satıcılığı veya sabah gazetesi dağıtıcılığı gibi düzensiz işlerde çalıştı. Bir seferinde, dökümcünün oğlu Gus Moody ile birlikte dünyayı görmek için yola çıktı. Serserilikten kapkara olmuş bir hâlde Knoxville, Tennessee’de bir yük treninden inmişler, paralarını yemek ve bir genelevde harcamışlar, iki gün sonra kömür karası içinde ama maceralarından böbürlenerek geri dönmüşlerdi.
"Vallahi," diye hayıflandı Eliza, "bu çocuğun hâli ne olacak bilmiyorum." Onun karakterinin trajik zayıflığı, hayati meseleleri hep çok geç fark etmesiydi: dudaklarını düşünceli bir şekilde büzerek başka bir yöne sapar, felaket gelip çattığında ağlardı. Hep beklerdi. Bununla birlikte, kalbinin en derininde, en büyük oğluna karşı, diğerlerinden daha büyük olmasa da en azından farklı bir türden, bir sevgi bulunurdu. Steve’in ukala böbürlenmesi, acınası övünmeleri, Eliza’yı memnun ediyordu: bunlar onun için, oğlunun "zekâsının" göstergeleriydi ve bu yüzden iki çalışkan kızını öfkelendiriyor, sık sık onları çileden çıkarıyordu. Örneğin, Steve’in yazısını göstererek şöyle diyordu:
"Bir şey kesin: o, tüm eğitiminize rağmen, sizden daha güzel yazıyor."
Steve, babasının taşkınlıklarına eşlik ettiği günlerde, yarı dolu bir şişeden gizlice yudum alarak, alkolün tadını erken yaşta keşfetmişti: güçlü, keskin viskinin tadı onu rahatsız etmişti ama bu deneyim, arkadaş çevresinde övünmesi için iyi bir malzeme olmuştu.
On beş yaşında, Gus Moody ile bir komşunun ahırında sigara içerken, iyi niyetli komşunun, eşinin aşırı sıkı incelemesinden sakınmak için, bir yulaf çuvalına sardığı bir şişe bulmuşlardı. Adam, bir süre sonra gizlice içmek için geldiğinde, şişeyi yarı yarıya boş bulmuş ve kalanını kasvetle, kroton yağıyla doldurmuştu: iki çocuk, birkaç gün boyunca korkunç şekilde mide bulantısı çekmişlerdi.
Bir gün, Steve babasının adına sahte bir çek yazdı. Gant, bunu fark edene kadar birkaç gün geçti: miktar sadece üç dolardı ama Gant’ın öfkesi acımasızdı. Evde yaptığı ve çocuğun suçunu tüm mahalleye duyuracak kadar yüksek sesle söylediği bir açıklamada, hapishaneden, onu hapse göndermekten, yaşlılıkta rezil olmaktan bahsetti, henüz o döneme gelmemiş olmasına rağmen, çatışma zamanlarında bunu kendi lehine kullanırdı.
Elbette çeki ödedi, ancak küfür sözlüğüne bir başka lakap, "sahtekâr"ı ekledi. Steve, birkaç gün boyunca eve gizlice girip çıktı, yemeklerini tek başına yedi. Babasıyla karşılaştığında, ikisi de çok az şey söyledi: öfkeli bakışlarının ardında, derinliklerine kadar birbirine baktılar; birbirlerinden hiçbir şeyi saklayamayacaklarını biliyorlardı, aynı yaraların, her ikisinde de iltihaplandığını, aynı açlıkların ve arzuların kanlarını kirlettiğini fark ettiler. Ve bunu bilerek, her ikisi içinde de bir şey, derin bir utançla geri çekildi.
Gant, bu durumu Eliza'ya karşı tiradlarına ekledi; çocuktaki tüm kötü özelliklerin annesinden geldiğini söylüyordu.
"Dağ Kanı! Dağ Kanı!" diye haykırıyordu. "Greeley Pentland’ın tıpkısının aynısı. Sözlerimi not edin," diye devam ediyordu, evin içinde öfkeyle dolanıp, kendi kendine mırıldandıktan sonra, mutfağa aniden dalarak, "Sözlerimi not edin, o çocuk cezaevinde son bulacak."
Eliza, kızarmış yağın sıçramasıyla kızaran burnunun altındaki dudaklarını büzüştürür, pek az konuşurdu. Ancak, tahrik edildiğinde, onu çileden çıkaracak ve daha da karşısına alacak bir yanıt vermekten geri durmazdı.
"Belki de kasabadaki her meyhaneye, babasını oradan çekip çıkarmaya gönderilmeseydi, daha iyi bir çocuk olurdu."
"Yalan söylüyorsun, Kadın! Tanrı şahidim, yalan söylüyorsun!" diye muazzam bir ihtişamla ama mantıksızca gürlerdi.
Gant daha az içiyordu: her altı veya sekiz haftada bir gerçekleşen ve iki yahut üç gün boyunca herkesi korkuya boğan, dehşet verici taşkınlıkları dışında, Eliza'nın bu konuda pek şikâyet ettiği bir şey yoktu. Ancak, muazzam sabrı, günlük hakaret döngüsü yüzünden iyice tükeniyordu. Artık üst katta ayrı odalarda uyuyorlardı: Gant, sabah altı veya altı buçukta kalkar, giyinir ve ateşleri yakmak için aşağı inerdi. Mutfağın ocağına ve oturma odasındaki şömineye güçlü bir ateş yakarken, sürekli kendi kendine mırıldanır, ara sıra sesini hitabet tarzında yükseltir veya alçaltırdı. Bu şekilde, hakaretlerinin sel gibi akan sözlerini düzenler ve cilalardı.
Akıcılık ve vurgunun gereklilikleri karşılandığında, mutfağa aniden dalar ve bir girişe gerek duymadan, kasaptan gelen domuz pirzolaları yahut kalın bir biftekle içeri giren zenci manavın önünde söylevini patlatırdı:
"Kadın, bugün başını sokacak bir çatın olur muydu eğer ben olmasaydım? Değersiz ihtiyar baban, Tom Pentland, sana bir çatı verebilir miydi? Kardeşin Will veya kardeşin Jim sana bir şey verir miydi? Onların, birilerine bir şey verdiklerini hiç duydun mu? Aç bir dilenciye bir parça ekmek verdiklerini hiç gördün mü? Verdiklerini? Tanrı aşkına hayır! Fırın işletseler bile bir parça vermezlerdi! Ah Tanrım! Bu lanetli memlekete ilk adımımı attığım o gün ne acı bir gündü: bunun beni nereye sürükleyeceğini nereden bilebilirdim? Dağ İnsanları! Dağ İnsanları!" Ve öfkesi doruğa ulaşırdı.
Bazen, Eliza karşılık vermeye çalıştığında kolayca ağlamaya başlardı. Bu, Gant'ı memnun ederdi: Eliza’nın ağladığını görmek hoşuna giderdi. Ama genellikle, ara sıra, onu daha da kızdıran ve kışkırtan kısa bir karşılık verirdi. İkisinin kör, zıtlaşan ruhları arasında, çirkin ve umutsuz bir savaş sürüyordu. Ancak bu günlük saldırıların onu nereye kadar sürükleyebileceğini bilseydi, Gant hayrete düşerdi. Bu saldırılar, onun derin ve ateşli memnuniyetsizliğinin, ruhundaki kökleşmiş hakaret etme ihtiyacının bir parçasıydı.
Ayrıca, kendi düzen anlayışı öylesine büyüktü ki, düzensiz, dağınık ve dağılmış şeylere karşı yoğun bir tiksinti duyardı. Eliza’nın eski ip parçalarını, boş kutuları, şişeleri, kâğıtları ve her türlü çöpü özenle sakladığını gördüğünde öfkesi bazen gerçek bir kızgınlığa dönüşürdü. Eliza’daki, henüz tam gelişmemiş olan bu biriktirme çılgınlığı onu çileden çıkarırdı.
"Tanrı aşkına!" diye bağırırdı, ciddi bir öfkeyle. "Tanrı aşkına! Neden bu hurdalardan kurtulmuyorsun?" Ve yıkıcı bir şekilde onlara doğru atılırdı.
"Hayır, öyle bir şey yapamazsın Bay Gant!" diye keskin bir şekilde cevap verirdi Eliza. "Bu şeylerin ne zaman işe yarayacağını asla bilemezsin."
Belki de bir gelenek tersine dönmüş gibiydi: derin bir arayış açlığı, düzeni en çok seven, ritüele en sadık olan, günlük hakaret tiradlarını bile, bir düzene oturtan birine aitti; oysa kaosun düzensiz lekesi, sahip olma arzusuyla yönetilen, pratik ve günlük işleri önemseyen birine ait olmuştu.
Gant, gerçek bir gezginin tutkusuna sahipti, ancak sabit bir noktadan saparak dolaşan bir gezginin… Bir eve, bir düzene, bağımlılığa ihtiyacı vardı, o, yoğun bir şekilde aile insanıydı: çevresindeki aile sıcaklığı ve gücü, onun yaşam kaynağıydı. Sabahleyin Eliza’ya yönelik dakik hakaret tiradından sonra, uyuyan çocukları uyandırmaya koyulurdu. Komik bir şekilde, sabahları evde yalnız başına uyanık ve ayakta olma fikrine dayanamazdı.
Sabah uyanma çağrısı, merdivenlerin dibinden, büyük ve komik bir sertlikle, hep aynı formülle yükselirdi:
"Steve! Ben! Grover! Luke! Pis herifler, kalkın! Tanrı aşkına, sizin sonunuz ne olacak? Hayatınız boyunca hiçbir şey olamayacaksınız!"
Onlar yukarıda uyanıkmış gibi, aşağıdan bağırmaya devam ederdi:
"Ben sizin yaşınızdayken dört inek sağar, bütün işleri yapar ve bu saate kadar karlar içinde sekiz mil yürürdüm."
Gerçekten de, çocukluk eğitimini anlatırken, her zaman bir metre derinliğinde karla kaplı ve buz gibi sert bir manzaradan bahsederdi. Sanki okula hep kutup koşulları altında gitmiş gibiydi.
On beş dakika sonra yeniden bağırırdı:
"Hiçbir şey olamayacaksınız, beş para etmez serseriler! Duvarın bir tarafı yıkılsa, öbür tarafa yuvarlanırsınız."
Sonunda yukarıda ayak sesleri duyulmaya başlar, biri diğerinden sonra, hepsi çıplak bir hâlde oturma odasına iner, kollarında kıyafetleriyle ateşin önünde giyinirlerdi.
Kahvaltıda, ara sıra dökülen yakınmaları saymazsak, Gant’ın keyfi yerine gelmiş olurdu. Büyük porsiyonlarla beslenirlerdi: Gant, tabaklarına büyük dilimler hâlinde kızarmış biftek, yumurtayla kızartılmış irmik, sıcak bisküviler, reçel, kızarmış elma doldururdu. Çocuklar, saat dokuzu işaret eden okul zilinin, yumuşak çan sesiyle aceleyle evden fırlar, boğazları hâlâ sıcak yemek ve kahve yutkunmalarıyla kasılarak koşarlardı.
Gant, öğle yemeği (onların deyimiyle akşam yemeği) için dönerdi; sabahın haberleriyle, kısa süreli bir neşe yaşanırdı. Akşam, aile tekrar bir araya geldiğinde, Gant döner, büyük ateşini yakar ve başyapıt niteliğindeki hakaret tiradını başlatırdı: yarım saatlik bir hazırlık süreci ile tekrarlar ve eklemelerle, üç çeyrek saat süren bir teslimat… Daha sonra oldukça mutlu bir şekilde yemeklerini yerlerdi.
Kış böyle geçti. Eugene üç yaşına gelmişti; ona alfabe kitapları ve altında kafiyeli fabllar bulunan hayvan resimleri aldılar. Gant, bitmek bilmez bir sabırla bunları ona okudu: altı hafta içinde Eugene hepsini ezberlemişti.
Sonbaharın sonlarıyla ilkbahar boyunca Eugene, komşular için sayısız kez performans sergiledi: kitabı ellerinde tutar ve ezberlediği şeyleri okuyormuş gibi yapardı. Gant bundan büyük bir keyif alır ve aldatmacaya destek verirdi. Herkes, bir çocuğun bu kadar erken yaşta okumasını olağanüstü buluyordu.
Bahar geldiğinde Gant tekrar içmeye başladı; ancak susuzluğu iki üç hafta içinde sönüp gitti ve utanç içinde hayatının rutiniyle barıştı. Ama Eliza, değişim için hazırlık yapıyordu.
Yıl 1904’tü; Saint Louis'de büyük bir dünya fuarının hazırlıkları sürüyordu: medeniyetin görsel tarihini sunacak, türünün daha önce eşi benzeri görülmemiş en büyük, en iyi ve en görkemli etkinliği olacaktı. Altamont halkından birçok kişi gitmeyi planlıyordu: Eliza, bu seyahati kârla birleştirme fikrine hayran kalmıştı.
“Ne düşündüğümü biliyor musun?” diye düşünceli bir şekilde başladı bir gece, gazeteyi kenara koyarken. “Bütün eşyalarımızı toplayıp gitmeyi düşünüyorum.”
“Gitmek mi? Nereye?”
“Saint Louis’ye,” dedi. “Bak, eğer işler yolunda giderse, belki oraya yerleşip hayatımıza orada devam ederiz.” Gant’ın, yerleşik düzenin tamamen bozulması, yeni topraklara yolculuk ve yeni bir servet arayışı gibi fikirlerden büyülendiğini biliyordu. Bu, yıllar önce Will Pentland ile ortaklığını bitirdiğinde de konuşulmuştu.
“Orada ne yapmayı planlıyorsun? Çocuklar ne olacak?”
“Sorunsuz,” dedi Eliza, dudaklarını düşünceli bir şekilde büzerek ve kurnazca gülümseyerek, “güzel, büyük bir ev tutup Altamont’tan gelen insanlar arasında müşteri ararım.”
“Tanrım şahit Bayan Gant!” diye, trajik bir tonda haykırdı Gant. “Bunu yapmazsınız, yapamazsınız. Lütfen vazgeçin.”
“Neden olmasın Bay Gant, saçmalamayın. Pansiyon işletmenin nesi yanlış? Bu kasabadaki en saygın insanlar bile yapıyor bunu.”
Eliza, onun gururunun ne kadar hassas bir şey olduğunu biliyordu: ailesini destekleyemeyecek biri olarak görülmeye dayanamazdı, sık sık övündüğü şeylerden biri de “iyi bir medar-ı maişet motoru” olmasıydı. Dahası, kendi kanından olmayan birinin çatısı altında yaşaması, etrafı tehditlerle doldurur, kalesinin duvarlarını delik deşik ederdi. Son olarak, Gant’ın özellikle pansiyonerlerden tiksindiği bir gerçekti: bir insanın geçimini, onun deyimiyle “ucuz pansiyonerler”in küçümsemesi ve parasıyla sağlaması, neredeyse dayanılmaz bir aşağılanmaydı.
Eliza, Gant’ın bu duygularını biliyor ama anlayamıyordu. Mülk sahibi olmakla kalmayıp bundan gelir elde etmek, ailesinin dininin bir parçasıydı; Eliza ise evinin bir kısmını kiraya verme konusundaki istekliliğiyle onları da geride bırakıyordu. Aslında, Pentland ailesi içinde, evin o küçük hendekli kalesinden vazgeçmeye hazır tek kişi oydu; onların duvarlarının özel gizliliğini ve mahremiyetini büyük ölçüde değerli görmeyen de yalnızca oydu. Ve bu ailede etek giyen tek kişi de oydu.
Eugene, üç yaşını geçmiş olmasına rağmen hâlâ onun göğsünden besleniyordu; kış aylarında sütten kesildi. İçinde bir şeyler durmuştu; başka bir şey başlamıştı.
Sonunda Eliza dediğini yaptırdı. Bazen Gant’la Dünya Fuarı planı hakkında düşünceli ve ikna edici bir şekilde konuşuyordu. Bazen de akşam tartışmaları sırasında, projeyi bir tehdit unsuru olarak kullanıp sert çıkıyordu. Neye ulaşmayı hedeflediğini tam olarak bilmiyordu. Ama bunun kendi başlangıcı olduğunu hissediyordu. Ve sonunda dediğini yaptırdı.
Gant, yeni toprakların cazibesine yenildi. Evde kalacaktı; eğer her şey yolunda giderse, sonradan onlara katılacaktı. Bir süreliğine özgürlük fikri de onu heyecanlandırıyordu. İçinde eski gençlik heyecanından bir parça canlanmıştı. Yalnız bir adam için dünya, görülmeyen gölgelerle doluydu.
Daisy, okuldaki son yılında olduğu için onunla kalacaktı. Ancak Helen’in gidişi Gant’a birkaç derin acıya mâl oldu. Helen neredeyse on dört yaşındaydı.
Nisan ayının başlarında Eliza, coşkulu çocuklarını yanına alarak yola çıktı, Eugene’i kucağında taşıyordu. Eugene, bu âni kargaşa karşısında afallamıştı ama merakı ve enerjisi yüksekti.
Tarkintonlar ve Duncanlar uğurlamaya geldiler; gözyaşları ve öpücükler havada uçuştu. Bayan Tarkinton, Eliza’ya belli bir hayranlıkla bakıyordu. Tüm mahalle, bu son hamle karşısında biraz şaşkındı.
"Eh işte, belli olmaz," dedi Eliza, gözyaşları içinde gülümseyerek ve oluşturduğu havayı keyifle izleyerek. "Eğer işler yolunda giderse, belki oraya yerleşiriz."
"Sen buraya geri dönersin," dedi Bayan Tarkinton neşeli bir sadakatle. "Altamont gibi bir yer daha yoktur."
Tramvayla istasyona gittiler. Ben ve Grover, büyük bir öğle yemeği sepetini neşeyle koruyarak yan yana oturdular. Helen, elindeki paketleri gergin bir şekilde sıkı sıkıya tutuyordu. Eliza, onun uzun ve düz bacaklarına keskin bir bakış attı ve yarım bilet aldıkları için duyduğu endişeyi düşündü.
"Bak hele," dedi, elini ağzına götürerek belirsiz bir kahkaha atıp, Gant’ı dirseğiyle dürterken, "kıvrılıp oturması gerekecek, değil mi? On iki yaşın altında olduğunu düşünmezler," diye doğrudan kızına seslenerek devam etti.
Helen huzursuzca kıpırdandı.
"Bu yaptığımız doğru olmadı," diye homurdandı Gant.
"Saçmalama," dedi Eliza. "Kimse fark etmez onu."
Gant, onları trene bindirirken Pullman kondüktörüne ilgisini sunarak, rahatça yerleşmelerini sağladı.
"Gözün üstlerinde olsun, George," dedi ve adama bir bozukluk verdi. Eliza, bu sahneyi kıskanç bir dikkatle izledi.
Herkesi sertçe, bıyığıyla öptü ama küçük kızının kemikli omuzlarını büyük eliyle okşadı ve onu kendine çekip sımsıkı sarıldı. Eliza’nın içinde keskin bir acı belirdi.
Tuhaf bir an yaşandı. Projenin garipliği, hayatın tüm bu beceriksiz karmaşası, onları sessizliğe sürükledi.
"Şey," dedi Gant, "ne yaptığını bildiğini umuyorum."
"Sana söylüyorum," dedi Eliza, dudaklarını büzüp pencereye bakarak, "bu işten ne çıkacağını kimse bilemez."
Bu söz onu biraz sakinleştirdi. Tren sarsıldı ve yavaşça hareket etmeye başladı. Gant, Eliza’yı sakarca öptü.
"Oraya varır varmaz haber ver," dedi ve hızla koridorda yürüyüp trenden indi.
"Hoşça kal, hoşça kal," diye bağırdı Eliza, Eugene’in küçük elini uzun cüsseye doğru sallayarak. "Çocuklar," dedi, "babanıza el sallayın." Hepsi pencereye yığıldı. Eliza ağlıyordu.
Eugene, güneşin kayaların arasından alçalarak Tennessee vadilerinin boyalı kayalarına kızıllık yaymasını izledi; büyülü bir nehir, çocuk zihnine sonsuza dek kazındı. Yıllar sonra, gizemli ve perilerle dolu bir güzellikle hatırlanacaktı. Büyük bir hayret içinde, ağır tekerleklerin ritmik vuruşlarıyla uykuya daldı.
Köşe başında beyaz bir evde yaşıyorlardı. Evin önünde küçük bir çim alan ve kaldırımın yanında da dar bir şerit vardı. Evin, şehrin gürültülü merkezinden uzakta olduğunu istemsizce fark etti, birilerinin dört veya beş mil dediğini duyar gibi oldu. Peki ya nehir neredeydi? Evlerinin önünde iki küçük oğlan, ikiz, düz ve çok sarı saçlarıyla, zayıf ve sert yüzleriyle, sürekli bisikletlerini kaldırımda sürüyordu. Beyaz denizci kıyafetleri giymişlerdi, mavi yakalıydı ve Eugene, onlardan nefret ederdi. Babalarının bir asansör boşluğundan düştüğünü ve bacaklarını kırdığını hissetti. Evin arka bahçesi tamamen kırmızı, tahta bir çitle çevriliydi. Bahçenin sonunda kırmızı bir ahır vardı. Yıllar sonra, Steve eve dönüp “O taraflar şimdi tamamen dolmuş,” dedi. Neresiydi ki?
Bir gün, sıcak ve çıplak arka bahçede, havalandırmak için iki karyola ve yatak çıkarılmıştı. Eugene birinin üzerine uzandı, sıcak yatağı içine çekerek lüks bir şekilde keyif yaptı, küçük bacaklarını tembelce yukarı çekti. Luke diğerinde uzanıyordu. Şeftali yiyorlardı. Eugene’in şeftalisine bir sinek yapıştı. Sineği yuttu. Luke kahkahalarla güldü. “Sinek yuttu! Sinek yuttu!” Eugene şiddetle rahatsızlandı, kustu ve bir süre yemek yiyemedi. Sineği neden yuttuğunu, o sırada gördüğü hâlde neden durduramadığını merak etti.
Yaz, kavurucu sıcağıyla üzerlerine çöktü. Gant, birkaç günlüğüne yanlarına geldi ve Daisy’yi de getirdi. Bir gece, Delmar Bahçeleri’nde bira içtiler. Sıcak havada, küçük bir masada, Eugene boncuk boncuk terlemiş köpüklü bira bardağına susamış gözlerle baktı; yüzünü o serin köpüğün içine daldıracağını ve mutluluğun derinliklerine içeceğini düşündü. Eliza ona bir yudum tattırdı; Eugene’in acı ve şaşkın yüz ifadesine herkes kahkahalarla güldü.
Eugene, bardağı ihtişamla yudumlarken, Gant'ın o muazzam iştahı ve güzel susuzluğu onda taklit etme isteği uyandırdı. Acaba tüm biralar böyle acı mıydı? Bu büyük içeceğin tadına varmak için bir başlangıç süreci var mıydı?
Zaman zaman eski, yarı unutulmuş dünyadan yüzler belirdi. Altamont’tan bazı insanlar gelip Eliza’nın evinde kaldılar. Bir gün, bir anlık bir hatırlayışla Eugene, Jim Lyda’nın acımasız, traşlı yüzüne baktı. Jim, Altamont’un şerifiydi; Gant’ın tepesindeki yamacın eteğinde yaşıyordu. Eugene henüz iki yaşını geçtiğinde, Eliza bir dava için Piedmont’a gitmiş, orada iki gün kalmıştı. Bu süre zarfında Eugene, Lyda’nın karısına emanet edilmişti. Jim, Lyda’nın o ilk geceki acımasız oyunbazlığını asla unutamamıştı.
Şimdi, bu canavar, şeytani bir oyunla yeniden ortaya çıkmıştı ve Eugene korkuyla dolu gözlerini onun kötü yüzüne çevirmişti. Eliza’nın, Jim’in yanında durduğunu gördü; küçük yüzündeki dehşet arttıkça, Jim sanki Eliza’ya şiddetle dokunacakmış gibi yaptı. Eugene’in öfke ve korkuyla attığı çığlıkla her ikisi de güldüler. O anlarda, Eugene ilk defa annesinden nefret etti: kıskançlık ve korkuyla çıldırmıştı, gücü yetmeyen bir öfke içindeydi.
Gece olunca, Eliza’nın iş bulmaları için dışarı gönderdiği Steve, Ben ve Grover, Fuar Alanı’ndan canlı bir heyecanla geri döndüler. Günün hareketliliğini neşeyle anlatıyorlardı. Gizlice kıkırdayarak, Hoochy-Koochy adlı bir dans hakkında îma dolu konuşmalar yaptılar. Steve monoton ve kışkırtıcı bir melodi mırıldanarak, şehvetli bir şekilde kıvranıyordu. Bir şarkı söylediler; o hüzünlü ve uzak melodinin yankısı Eugene’i büyüledi. Şarkıyı öğrendi:
“Saint – Lou - iss, Loo - ee’de buluşalım,
Beni Fuar’da bekle,
Eğer çocukları ve kızları görürsen,
Onlara orada olacağımı söyle.
Hoochy-Koochy dansı yapacağız…”
Ve böyle devam ediyordu.
Bazen, güneşli bir yorgan üzerinde yatarken Eugene, farklı bir türde ve tonda olan, nazik, merakla bakan bir yüzün ve yumuşak, sevgi dolu bir sesin farkına varırdı. Zeytin tonlarında bir tene, siyah saçlara, sloe siyahı gözlere sahip bu kişi, ince, biraz üzgün ve derin bir iyilikle doluydu. Yüzünü Eugene’in yumuşacık yanağına yaslar, onu kucaklar ve severdi. Boynundaki ahududu şeklindeki doğum lekesi Eugene’i hayretle dokunmaya iterdi. Bu kişi Grover’dı, oğlanların en nazik ve en hüzünlüsü.
Eliza bazen çocukların Eugene’i gezilere götürmesine izin verirdi. Bir keresinde, nehir vapuruyla bir yolculuk yaptılar; Eugene, vapurun alt katına indi ve yan açıklıklardan güçlü, sarı bir yılan gibi ağır ağır kıvrılarak geçen nehri izledi.
Oğlanlar fuar alanında çalışıyorlardı. “Inside Inn” isimli bir yerde çağrı görevlisiydiler. Bu isim Eugene’i büyülüyordu; sürekli zihninde parlayıp duruyordu. Bazen ablaları, bazen Eliza, bazen de oğlanlar onu bu gürültülü, kalabalık cıngılın içinden, fuarın zengin renk ve hayat çeşitliliğiyle dolu ortamına sürüklüyorlardı. Doğu Hindistan çay evinin yanından geçerken, içeride dolaşan sarıklı uzun adamları gördüğünde ve doğunun yavaş yanan tütsüsünü ilk kez duyumsadığında büyülenmişti; bu kokuyu asla unutmadı.
Bir keresinde, büyük bir binada yankılanan sesler arasında, Eugene kendini devasa bir lokomotifin önünde buldu. Şimdiye dek gördüğü en büyük canavardı bu. Raylar üzerinde dönüp duran tekerlekleri, altındaki çukura kızıl kömürler yağdıran ateşli fırınları, sürekli kömürle besleyen iki kara suratlı ateşçi ile cehennemin görkemli bir sahnesi gibi beynine kazındı. Dehşet içinde büyülenmişti.
Yine bir gün, devasa dönme dolabın yavaş ve muazzam yörüngesinin kenarında durdu; çılgınlıkla yankılanan orta yol boyunca sendeleyerek ilerledi, zihni karnavalın çılgın hayal dünyasına teslim olmuştu. Luke’un yılan yiyici hikâyesini duyduğunda, ürkütücü bir dehşet içinde çığlık attı ve onu oraya götürmekle tehdit ettiklerinde, korkudan kıvranarak bağırdı.
Daisy, sakin yüzünün altında gizli bir kedi zalimliğiyle, Eugene’i çılgın sahnelerin sergilendiği ray üstünde bir gezintiye götürdü. Işıktan, karanlığın kükreyen boşluğuna daldıklarında Eugene’in ilk çığlığı, vagonun yavaşlamasıyla kesildiğinde, devasa ışıklarla aydınlatılmış kasvetli bir alana girdiler. İçerisi, büyük grotesk figürlerle, şeytani kafaların kızıl ağızlarıyla, ölüm, kâbus ve deliliğin sahneleriyle doluydu. Hazırlıksız zihni, delice bir korkuyla altüst oldu: bu fuar, hayatını fabl gibi bir kâbusa dönüştürmüş, onu, insan suretine bürünmüş şeytanların, alaycı işkencesine teslim etmeye zorlamıştı.
Nihayet, yarı bilinçli bir şekilde, sıcacık ve gerçek güneş ışığına çıkarken, hayatın kendisini bekleyen kaosuna biraz daha anlam katmaya çalışıyordu.
Fuarın son hatırası, erken sonbahar gecelerinden birine aitti. Yine Daisy ile birlikte motorlu bir otobüsün sürücü koltuğuna oturdu. İlk kez, motorun zahmetli homurtusuna hayranlıkla kulak veriyordu. Yağmurun savurduğu parçalara bölünmüş yollar boyunca ilerlediler; beyaz bir binanın önünden akan Cascades’in dökülen sularının, on bin ışıkla mücevher gibi parlayan görkemini izlediler.
Yaz geçmişti. Sonbahar rüzgârlarının hışırtısı duyuluyordu, geçmiş bir şenliğin fısıldayan soluğu: karnaval neredeyse sona ermişti.
Şimdi ev çok sessizleşmişti; annesini neredeyse hiç görmüyordu, evden dışarı çıkmıyordu, kız kardeşlerinin gözetimindeydi ve sürekli sessiz olması tembihleniyordu.
Bir gün Gant, ikinci kez geri döndü. Grover tifo olmuştu.
“Fuar Alanı’nda bir armut yediğini söyledi,” dedi Eliza, yüzüncü kez hikâyeyi tekrar ederek. “Eve geldi ve kendini hasta hissettiğini söyledi. Elimi başına koydum ve ateş içindeydi. ‘Aman evladım,’ dedim, ‘ne oldu böyle?’”
Kara gözleri beyaz yüzünde parladı: korkuyordu. Dudaklarını büzdü ve umut dolu bir şekilde konuştu.
“Merhaba, oğlum,” dedi Gant sıradan bir tonda, odaya girerken; ancak oğlunu gördüğünde yüreği büzüldü.
Eliza, doktorun yaptığı her ziyaretten sonra daha da düşünceli bir şekilde dudaklarını büzdü; bulduğu her umut kırıntısına dört elle sarılıyor ve onu büyütüyordu, fakat kalbi hastaydı. Sonra bir gece, âniden maskeyi yırtarak, çocuğun odasından hızla çıktı.
“Bay Gant,” dedi bir fısıltıyla, dudaklarını büzerek. Bembeyaz yüzünü sessizce ona doğru salladı, konuşamayacakmış gibi görünüyordu. Ardından hızla tamamladı:
“Gitti, gitti, gitti!”
Eugene, gece yarısı, uykusunun derinliklerindeydi. Biri onu sallayarak, daldığı uykudan yavaşça ayırdı. Kendini Helen’in kollarında buldu; kız, yatakta onu tutarak oturuyordu, kasvetli, çarpılmış küçük yüzü ona kilitlenmişti. Yavaş ve belirgin bir şekilde konuştu, sesi bir şekilde korkunç bir hevesle yüklüydü:
“Grover’ı görmek ister misin?” diye fısıldadı. “Soğutma tahtasında.”
Soğutma tahtasının ne olduğunu merak etti; ev tehditlerle doluydu. Helen onu loş ışıklı koridora taşıdı ve evin önündeki odaya götürdü. Kapının ardından alçak sesler duyuyordu. Sessizce kapıyı açtı; ışık, yatakta parlak bir şekilde yanıyordu. Eugene baktı, dehşet, kanına zehir gibi yayıldı. Orada yatan küçük, zayıf bedeni gördüğünde, birden, haftalardır görmediği o sıcak kahverengi yüzü, kendisine bakan yumuşak gözleri hatırladı: deli olup da birden aklı başına gelmiş gibi, haftalardır unuttuğu, bir daha asla geri dönmeyecek olan o tuhaf, parlak yalnızlığı anımsadı. Ah, kaybolmuş, ve rüzgârın yas tuttuğu hayalet, geri dön.
Eliza, sandalyesine bir taş gibi oturdu, başını yana eğip eline dayamıştı. Yüzü, ağlamaktan grotesk ve çirkin bir ifadeyle buruşmuştu; bu, sessiz bir keder hâlinden daha çok korkutucuydu. Gant, onu beceriksizce teselli etmeye çalıştı; fakat arada sırada çocuğa bakarak koridora çıktı ve kollarını çaresizlik ve şaşkınlık içinde ileri doğru uzattı.
Cenaze görevlileri bedeni bir sepete koyup götürdüler.
"Tam on iki yıl, yirmi günlük," diyordu Eliza tekrar tekrar; bu gerçek, her şeyden daha çok onu rahatsız ediyor gibiydi.
"Çocuklar, gidip biraz uyuyun artık," diye birden emretti; konuşurken gözü Ben'e takıldı. Ben, kafası karışmış, kaşları çatılmış bir hâlde duruyordu; yaşını aşan, yaşlı bir adam ifadesiyle içeriye bakıyordu. Eliza, ikizlerin ayrılığını düşündü; hayata sadece yirmi dakika arayla gelmişlerdi. Çocuğun yalnızlığı fikriyle yüreği sıkıştı, yeniden ağlamaya başladı. Çocuklar yatağa gittiler. Eliza ve Gant, bir süre yalnız başlarına odada oturmaya devam ettiler. Gant, güçlü ellerine yüzünü gömdü.
"En iyi oğlumdu," diye mırıldandı. "Tanrı şahidim olsun, hepsinin en iyisiydi."
Ve tiktak eden sessizlikte onu hatırladılar; her birinin içinde korku ve pişmanlık vardı, çünkü o sessiz bir çocuktu, pek çokları arasında kaybolmuştu ve fark edilmemişti.
"Doğum lekesini asla unutamayacağım," diye fısıldadı Eliza. "Asla, asla."
Sonra ikisi de birbirini düşündü; bir anda, çevrelerindeki dehşet ve yabancılık hissiyle dolup taştılar. Dağlardaki sarmaşıklarla kaplı evi, gürleyen ateşleri, kargaşayı, lanetleri, acıyı, kör ve karmaşık hayatlarını, kendilerini buraya, uzak bir yerde, ölümle birlikte, karnavalın kapanışından sonra getiren o şaşkın kaderi düşündüler.
Eliza, neden geldiğini merak etti; sıcak ve çaresiz labirentlerin içinde bir cevap aradı:
"Eğer nasıl sonuçlanacağını bilseydim," dedi sonunda, "eğer bilseydim…"
"Boş ver," dedi Gant ve onu beceriksizce okşadı. "Tanrı aşkına!" diye ekledi bir an sonra, sersemce. "İnsan biraz düşününce, oldukça garip bir şey."
Ve orada, artık daha sessiz bir hâlde otururken, içlerinde bir şefkat kabarıyordu, kendileri için değil, birbirleri ve hayatın israfı, karmaşası, kör rastlantıları için…
Gant, kısaca elli dört yılını düşündü; kaybolmuş gençliğini, azalan gücünü, hayatının çirkinliğini ve kötülüğünü. Ve zincirin dövüldüğü gibi çözülemeyeceğini, işlenmiş tasarımın geriye sarılamayacağını, yapılmış olanın geri alınamayacağını bilen bir adamın, derin, sessiz çaresizliğiyle doldu.
"Bilseydim. Keşke bilseydim," dedi Eliza. Ardından da ekledi: "Üzgünüm." Fakat Gant, onun o anki üzüntüsünün ikisi için de olmadığını, hatta aptalca bir rastlantının, hastalığın yoluna iteklediği oğlu için bile olmadığını biliyordu. Âniden, içindeki alevlenen İskoç ruhunun sezgisel berraklığıyla, ilk defa, sahtecilikten uzak bir şekilde, zorunluluğun amansız dalgalarına doğrudan baktığını ve tüm yaşamışlar, yaşamakta olanlar ve yaşayacaklar için üzüldüğünü biliyordu. O yaşamışlar ki, dualarıyla işe yaramaz sunak alevlerini körüklüyor, umutlarıyla bilinçsiz bir ruha yakarıyor, inançlarının küçük füzelerini sonsuzluğun uzak boşluğuna fırlatıyorlardı; rehberlik, lütuf ve kurtuluş umuduyla, bu dönen ve unutulmuş dünya külü üzerinde... O, artık yoktu.
Hemen eve döndüler. Gant ve Eliza her istasyonda, bagaj vagonuna huzursuzca gidip geldiler. Kasvetli, sonbahar bir Kasım ayıydı: dağ ormanları kuru kahverengi yapraklarla kaplanmıştı. Yapraklar Altamont sokaklarında uçuşuyor, sokak ve hendeklerde yığılıyor, rüzgâr önünde kuru kuru savruluyorlardı.
Tepe noktasındaki virajda, araba gürültüyle döndü. Gantlar indi: cenaze, istasyondan çoktan gönderilmişti. Eliza, yavaşça yokuştan inerken, Bayan Tarkinton evinden ağlayarak dışarı fırladı. En büyük kızı bir ay önce ölmüştü. İki kadın, birbirlerini görür görmez yüksek sesle haykırdı ve birbirlerine koştu.
Tabut, salonda sehpaların üzerine yerleştirilmişti. Komşular, cenazeye özgü yüz ifadeleriyle, fısıldaşarak onları karşılamak için toplanmışlardı.
Hepsi bu kadardı.
ALTINCI BÖLÜM
Grover’ın ölümü, Eliza’ya hayatının en korkunç yarasını vermişti: cesareti kırılmış, özgürlük yolundaki yavaş ama güçlü macerası âniden durdurulmuştu. Düşündüğü zaman, uzak şehir ve Fuar, gözünde çürümüş bir et gibi canlanıyordu; kendisini yere seren o gizli düşman karşısında dehşete kapılıyordu.
Derin bir kederle, evine ve ailesine kapanmış, vazgeçmeye hazırlandığı hayata geri dönmüş, ağır çalışma günlerinde kendini unutuşa kaptırmaya çalışmıştı. Ama karanlıkta kaybolmuş o yüz, hafızasının kıvrımları arasında âni ve elle tutulmaz bir faun gibi parlıyordu: kahverengi boynundaki işareti hatırladıkça, gözyaşlarına boğuluyordu.
Kasvetli kış boyunca, gölgeler yavaş yavaş dağıldı. Gant, yeniden alev alev yanan şömineleri, masanın etrafındaki neşe dolu ziyafetleri ve günlük yaşamın gürültülü, patırtılı ritüellerini geri getirdi. Eski canlılık, hayatlarına yeniden doldu.
Kış yavaş yavaş arkada kalırken, Eugene’in zihnindeki dağınıklık da hafifledi. Günler, haftalar, aylar ardışık bir parlaklıkla ortaya çıktı; zihni, Fuar’ın karmaşasından çıktı ve yaşam, pratik bir gerçekliğe büründü.
Artık evin güvenli ve yeterli sıcaklığında kendini güvende hisseden Eugene, iyice doyurulmuş bir karınla, ateşin önündeki kavurucu sıcaklıkta, kitaplığın büyük ciltlerini doyumsuzca karıştırıyordu. Yaprakların eski kokusundan, deri ciltlerin keskin kokusundan büyük bir haz alıyordu. En çok sevdiği kitaplar, "Ridpath’s History of the World" adlı, devasa boyutlarda, üç dana derisi cildi olan eserdi. Sayfalarında yüzlerce çizim, gravür ve ağaç baskısı bulunuyordu: okumadan önce, yüzyılların ilerleyişini görsel olarak takip edebiliyordu. Özellikle savaş resimleri onu mest ediyordu.
Evin etrafında dönen yenik rüzgârın uluması, dev ağaçların gürültüsü arasında, Eugene kendini karanlık bir fırtınaya teslim ediyor; tüm insanların içinde var olan, karanlığa, rüzgâra ve hesapsız bir hıza duyulan o deli şeytanın açlığını serbest bırakıyordu. Geçmiş, zihninde devasa ve ayrı ayrı görüler hâlinde açılıyordu; Mısır krallarını, uçuşan atlarla çekilen savaş arabalarında hayal ediyor, Asur krallarının sarma sakalları ve devasa hayvan bedenlerini, Babil duvarlarını izlerken, içinde sonsuz bir eskilik ve hatırlama duygusu uyanıyordu.
Zihni resimlerle kaynıyordu, Cyrus’un saldırıyı yönettiği sahneler, Makedon falanksının mızrak ormanı, Salamis’teki çatırdayan kürekler, sıkışık gemi yığınları, İskender’in şölenleri, şövalyelerin korkunç çarpışmaları, kırılan mızraklar, balta ve kılıç darbeleri, yığılmış mızrakçılar, kuşatma altındaki surlar, geri atılan, tırmanan adamlarla ağırlaşmış merdivenler, kendini mızraklara atan İsviçreli, atlı ve piyade arasındaki sıkışık çarpışmalar, Galya’nın karanlık ormanları ve Sezar’ın zaferleri.
Gant ise arkasında, sallanan koltuğunda şiddetle ileri geri sallanıyor, oğlunun kafasının üzerinden, tütün suyunu temiz ve güçlü bir şekilde hışırdayan ateşe tükürüyordu.
Bazen Gant, Eugene'e, Shakespeare'den etkileyici ve süslü bir retorikle pasajlar okurdu. En çok duyduğu parçalar arasında Marcus Antonius’un cenaze nutku, Hamlet’in monoloğu, Macbeth’teki ziyafet sahnesi ve Othello’nun Desdemona’yı boğmadan önceki sahnesi vardı. Veya şiir okur yahut ezberden söylerdi; hafızası geniş ve tutucu bir yeteneğe sahipti. Favorileri arasında şunlar bulunurdu: “O why should the spirit of mortal be proud” (ki bu şiiri sıkça “Lincoln’ün en sevdiği şiir” olarak tanıtırdı); “We are lost, the captain shouted, As he staggered down the stairs”; “I remember, I remember, the house where I was born”; “Ninety and nine with their captain, Rode on the enemy’s track, Rode in the grey light of morning, Nine of the ninety came back”; “The boy stood on the burning deck” ve “Half a league, half a league, half a league onward”.
Bazen Helen’i çağırır ve ona şu şiiri okuturdu: “Yolun kenarındaki okul binası hâlâ duruyor, yırtık pırtık bir dilenci güneşleniyor / Etrafında hâlâ sumaklar büyüyor ve böğürtlen sarmaşıkları koşuyor.”
Helen, kızın mezarını otların sardığını, kır saçlı adamın hayatın sert okulunda çok az kişinin üstte olmaktan nefret ettiğini, çünkü herkesin ona duyduğu sevgiyi anladığını söylediğinde, Gant derin bir iç çeker, başını sallayarak şöyle derdi:
“Ah, ah! Bundan daha doğru bir söz söylenmemiştir.”
Aile, hayatlarının en dolgun, en verimli dönemindeydi. Gant onlardan öfkesini, sevgisini ve cömertçe sağladığı ihtiyaçlarını eksik etmezdi. Onun eve girişini sabırsızlıkla beklerlerdi, çünkü yanında yaşamın büyük coşkusunu, ritüelini getirirdi. Onu akşamları, köşeyi hızlı adımlarla döndüğünde izlerler, mutfağın masasının üzerine alışveriş çantasını atmasından, ateşini tekrar yakmaya çalışmasına kadar tüm hareketlerini dikkatle takip ederlerdi. Ateşle her zaman bir savaş içindeydi; odun, kömür ve gazyağını ateşe hoyratça boca ederdi.
Sonra ceketini çıkarır, lavaboda enerjik bir şekilde yüzünü yıkar, sert sakallı yüzüne büyük ellerini sürterek sert, kumlu bir ses çıkarırdı. Ardından kapı pervazına yaslanır ve sırtını şiddetle ileri geri hareket ettirerek kaşırdı. Bu iş bitince, uluyan alevin üzerine yarım bir kutu daha gazyağı döker, ateşe öfkeli bir şekilde hamle yapar ve kendi kendine mırıldanırdı.
Son olarak, güçlü bir elma tütününden büyük bir parça koparıp çiğnerken, odasında ileri geri yürüyüp tiradını hazırlardı. Ailesi onun bu seremonilerini coşkulu bir heyecanla izlerdi. Nihayet mutfağa dalar, Eliza’ya yönelik şiddetli suçlamalarına çılgınca bir haykırışla başlardı.
Gant’ın coşkun ve kontrolsüz retoriği, düzenli kullanımıyla bir tür klasik niteliğe, hareketliliğe ve doğrudanlığa kavuşmuştu: onun benzetmeleri alabildiğine saçmaydı, gerçekten de bayağı bir neşenin ve aileye özgü büyük, komik bir zekânın ürünüydü, en küçüğünden en büyüğüne kadar hepsini her gün sarsan bir zekâ… Çocuklar, akşamları onun dönüşünü neredeyse heyecanla beklemeye alışmışlardı. Aslında, Eliza bile, büyük acısını yavaş ve sancılı bir şekilde iyileştirirken, onun bu taşkınlıklarından bir tür uyarıcı güç alıyordu; ancak içinde hâlâ, sarhoşluk dönemlerine karşı bir korku ve geçmişin inatçı, affedilmez hatırası da gizliydi.
Fakat o kış, ölüm, çocukların çabuk ve iyileştirici neşesiyle, o ânın mutlak küçük müzlerinin coşkusuyla yüreklerinden yavaş yavaş kalkarken, Eliza’ya umut gibi bir şey, geri dönmeye başladı. Onlar, kendilerine ait bir hayat yaşıyorlardı, ne kadar yalnız olduklarını bilmiyorlardı, ancak herkesin onları tanımasına rağmen, neredeyse hiç kimse onlarla arkadaşlık etmiyordu. Statüleri garipti, bir kast sistemi içinde değerlendirilebilselerdi, muhtemelen orta sınıf olarak adlandırılırlardı, ancak Duncanlar, Tarkintonlar, tüm komşuları ve kasaba genelindeki tüm tanıdıkları, onların garip ve zengin hayatlarına asla girmemiş, düzenli hayatın tasarımını bükmüş bu tuhaf, deli, rahatsız edici niteliklerinden dolayı, onlara yaklaşmamışlardı. Hilliardlar gibi seçkinlerle dostluk kurmak ise hem arzu hem de yetenek eksikliğinden dolayı zaten mümkün değildi.
Gant, büyük bir adamdı; ancak tekil biri değildi, çünkü tekillik, hayatı, boyun eğdirici bir sadakatle kendine bağlayamazdı. Evde fırtına estirirken, topladığı şimşekleri savururken, çocuklar onu büyük bir keyifle izlerlerdi; Eliza’ya, onu ilk kez "karnını yere sürüyen bir yılan gibi köşede kıvrılırken" gördüğünü söylediğinde veya dondurucu bir havadan içeri girip, tüm Pentland ailesini kötü hava koşullarının suçlusu olmakla itham ettiğinde, kahkahalarla çığlıklar atarlardı.
"Donacağız," diye haykırırdı, "bu cehennemî, lanetli, zalim ve Tanrı'nın terk ettiği iklimde donacağız. Kardeş Will’in umurunda mı? Kardeş Jim’in umurunda mı? Ya o domuz, senin zavallı baban umurunda mıydı? Merhametli Tanrım! Kendimi, tarla hayvanlarından daha vahşi, daha zalim, daha iğrenç olan şeytanların ellerine düşmüş buldum. Bu cehennem köpekleri, ölümümle eğlenerek benim acı çekişimi izlemekten keyif alacaklar."
Bir an için bitişikteki çamaşır odasında hızlı adımlarla dolanır, kendi kendine mırıldanırdı; bu sırada, gülümseyen Luke, dikkatle yakınında dururdu.
"Fakat yiyebilirler!" diye haykırırdı Gant, âniden mutfağın kapısına doğru fırlayarak. "Yiyebilirler, birisi onları besleyecekse! Hayatım boyunca o Domuz’u asla unutmayacağım. Kr-unch, kr-unch, kr-unch," derken yüzüne deli bir oburluk ifadesi yerleşir ve çocukların hepsi kahkahalarla patlardı. Ardından, merhum Binbaşı’nın konuşmasını temsil etmek için kasıtlı olarak kullandığı ağlamaklı ve yavaş bir ses tonuyla devam ederdi: "‘Eliza, eğer sakıncası yoksa biraz daha tavuk alayım,’ derdi, o pis herif, tavuğu öyle hızlı mideye indirirdi ki, masadan taşımak zorunda kalırdık."
Onun bu aşırı öfke gösterileri bir noktada öyle çığırından çıkardı ki, oğlanlar kahkahadan kıvranırlardı. Gant ise içten içe bu durumdan hoşlanır, ince dudaklarının köşelerinden sinsi bir gülümseme yayılırken, çevresine kaçamak bir bakış atardı. Eliza bile kısa bir kahkaha atar, ardından sert bir şekilde çıkışırdı: "Çık buradan! Bu gece yeterince saçmaladın!"
Bazen, bu tür durumlarda, Gant’ın neşesi öyle baskın bir hâle gelirdi ki, sakarca bir sevgi gösterisine girişir, kolunu kaskatı bir şekilde Eliza’nın beline dolamaya çalışırdı. Eliza ise hemen kasılır, telaşa kapılır ve yarım yamalak kaçmaya çalışırken "Bırak! Bırak beni! Bunun için çok geç artık," derdi. Beyaz yüzündeki mahcup gülümseme hem acıklı hem komikti: gözyaşları hemen arkasından gelirdi. Bu nadir ve yapmacık sevgi gösterilerinde, çocuklar huzursuz bir şekilde kıpırdanır, gergin bir şekilde güler ve "Yapma baba, lütfen," derlerdi.
Eugene, böyle bir olaya ilk kez şahit olduğunda, beş yaşına yaklaşmıştı: içinde düğümlenen utanç, boğazında bir sızı oluşturmuştu. Boynunu kasılır bir şekilde çevirmiş, çılgınca gülümseyerek sahneyi izlemişti, yıllar sonra zavallı soytarıları veya teatral duygusallık dolu sahneleri gördüğünde yapacağı gibi… Ve o günden sonra, anne babasının birbirlerine sevgiyle dokunduğunu gördüğünde, aynı biçimsiz ve boğucu utancı hissetmeden edemedi: lanet, gürültü ve sertlik öylesine alışılmıştı ki, bu tür bir nezaket, her zaman acımasız bir yapaylık gibi gelirdi.
Ancak, yasla yapış yapış olmuş aylar daha belirgin bir şekilde geçtikçe, Eliza’nın mal mülk ve özgürlük için güçlü içgüdüsü yeniden uyanmaya başladı ve doğalarındaki eski derin mücadele yeniden can buldu. Çocuklar büyüyordu, Eugene, Harry Tarkinton ve Max Isaacs adında oyun arkadaşları bulmuştu. Eliza’nın kadınlığı ise artık sönmeye yüz tutmuş bir kömürdü.
Mevsimden mevsime, eski mülkiyet ve vergi çatışması yeniden başladı. Gant, elinde vergi tahsildarının raporuyla eve döndüğü vakitlerde, öfkesinden gerçekten deliye benzerdi.
"Tanrı aşkına kadın, nereye varacağız böyle? Daha bir yıl geçmeden hepimiz yoksullar evine düşeceğiz. Ah, Tanrım! Bunun sonunun nereye varacağını çok iyi görüyorum. Perişan olacağım; elimizde ne varsa şu lanet dolandırıcıların ceplerine girecek, geri kalan da haciz yoluyla elden çıkacak. Keşke ilk çöpü satın alacak kadar aptal olmasaydım! Sözüme kulak ver, bu korkunç, bu berbat, bu cehennemî ve lanet kış sona ermeden, aşevlerinde yaşamaya başlayacağız."
O ise dudaklarını düşünceli bir şekilde büzüp elindeki listeyi incelerken, adam yüzünde gerilmiş bir acıyla ona bakardı.
"Evet, durum pek iç açıcı görünmüyor," derdi kadın. Ardından da eklerdi:
"Keşke geçen yaz bana kulak verseydiniz Bay Gant. O işe yaramaz Owenby arazisini Carter Sokağı’ndaki iki evle takas etme şansımız varken yapmalıydık. O zamandan beri aylık kırk dolar kira alıyor olabilirdik."
"Hayatta olduğum sürece bir karış toprak sahibi bile olmak istemiyorum artık!" diye haykırırdı adam.
"Toprak beni ömrüm boyunca fakir tuttu, öldüğümde ise yoksullar mezarlığında altı ayak yer verecekler bana."
Sonra düşüncelere dalar, insanoğlunun çabalarının beyhudeliğinden, zenginle fakirin aynı toprağa gömülmesinden, 'hiçbir şeyi yanımıza alamayacağımız' gerçeğinin anlamından söz ederdi. Sözü, sonunda, genellikle, "Ah, ne de olsa her şey aynı yere varıyor," diye bitirirdi.
Bazen Gray’in Elegy şiirinden birkaç dize okuyarak, bu melankolik satırları belirsiz bir bağlamda kullanırdı:
“Kaderin o kaçınılmaz saati hepimizi bekler,
Zafer yolları yalnızca kabirlere çıkar.”
Ama Eliza, sahip olduklarının başına kara kara oturur, kararlılıkla dururdu.
Gant, toprak sahipliğinden duyduğu nefretine rağmen, kendi çatısı altında yaşıyor olmaktan gurur duyardı. Aslında, kendi kullanımına adanmış, ona rahatlık sağlayan her şeyle gurur duyardı. Elinde serbestçe harcayabileceği büyük paraların olmasını, banka hesaplarında ve cebinde yüklü miktarlar biriktirmeyi, ihtişamla seyahat etmeyi, dünyaya gösterişli bir şekilde çıkmayı isterdi. Cebinde yüklü miktarda para taşımayı severdi; bu, Eliza’nın hiç hoşuna gitmez ve bu yüzden onu sık sık azarlar, hatta suçlardı.
Bir keresinde, hatta birkaç kez, sarhoşken soyulmuştu: Viski sarhoşluğunun verdiği coşkuyla deste deste banknotları savurur, çocuklarına onar, yirmişer, ellişer dolar dağıtırdı; her birine, sarhoş bir içtenlikle, "Hepsini al! Hepsini al, kahretsin!" diye bağırırdı. Ama ertesi gün, aynı paranın geri verilmesini ısrarla talep ederdi. Parayı genellikle Helen toplardı, bazen gönülsüzce, parayı vermek istemeyen oğlanların ellerinden alır, ertesi gün babasına geri verirdi. Helen, on beş veya on altı yaşlarında, neredeyse altı ayak boyunda uzun, ince bir kızdı; büyük elleri, büyük ayakları, iri kemikli bir yapısı ve cömertçe şekillenmiş yüz hatları vardı. Ancak bu yüzün ardında sürekli bir heyecan ve histeri gizliydi.
Kızla babası arasındaki bağ her geçen gün daha da güçleniyordu; tıpkı onun gibi, kız da sinirli, yoğun, alıngan ve haşindi. Ona hayrandı. Babası, bu bağlılığın ve kendisinin buna karşılık verişinin, Eliza’ya giderek daha fazla rahatsızlık verdiğini fark etmeye başlamıştı ve bunu abartma, özellikle sarhoşken daha da vurgulama eğilimindeydi. Sarhoş olduğunda, karısına duyduğu öfke dolu tiksinti ve ona karşı kaba şikâyeti, kızına karşı sergilediği duygusal uysallıkla kaba bir dengeye oturuyordu.
Eliza’nın yarası daha derindi, çünkü tam da bu dönemde, en ufak hareketi bile onu kızdırırken, adamın en ham ve öz benliği açığa çıkıyordu. Eliza, onun yolundan çekilmek, kendini odasına kilitlemek zorunda kalıyordu; o sırada genç kız, zaferle babasını kontrol altına alıyordu.
Helen ile Eliza arasındaki sürtüşme sık sık keskinleşiyordu: birbirlerine sert ve kısa konuşuyorlar, daracık alanlarda birbirlerinin varlığını acı bir şekilde hissediyorlardı. Gant üzerindeki söylenmemiş rekabetin yanı sıra, Helen, Eliza’nın mizacındaki farklılık yüzünden aynı şekilde rahatsız oluyordu. Eliza’nın yavaş, dudaklarını büzerek konuşması, sakinliği, sesindeki tonlamalar ve derin sabrı, Helen’i zaman zaman öfke nöbetlerine sürüklüyordu.
Müthiş bir iştahla besleniyorlardı. Eugene, yemekleri ve mevsimleri gözlemlemeye başlamıştı. Sonbaharda kilerde, büyük, buz gibi elmalar, fıçılar dolusu biriktiriliyordu. Gant, kasaptan bütün domuzlar satın alır, eve erkenden gelip, tuzlamak için kollarını yarıya kadar sıyırdığı uzun bir önlükle işe koyulurdu. Kilerde tütsülenmiş pastırmalar asılı durur, büyük un kutuları dolup taşar, karanlık raflar kiraz, şeftali, erik, ayva, elma ve armut reçelleriyle dolardı. Gant’ın dokunduğu her şey zengin, keskin bir hareketlilikle canlanıyordu: meyve ağaçlarının altındaki ıslak kara toprakta işlediği ilkbahar bahçeleri, köklerine yapışmış küçük kara toprak parçalarıyla tertemiz koparılan kocaman kıvrımlı marullar, kırmızı tombul turplar, ağır domateslerle bereketlenirdi. Olgun erikler çimlerin üzerinde çatlar, dev kiraz ağaçlarından ağır reçineler sızar, elma ağaçları kalın yeşil salkımlarla eğilirdi. Toprak, onun için büyük, doğurgan bir kadın gibiydi.
İlkbahar, serin çiğli sabahlarla, patlayan rüzgârlarla ve sarhoş edici çiçek fırtınalarıyla doluydu ve Eugene, mevsimlerin karmaşık yalnızlık acısını ve vaatlerini ilk kez bu büyüde hissetmişti.
Sabahları, kahvaltı kokularıyla dolu bir evde uyanırlar ve beyinli yumurta, jambon, sıcak bisküvi, şurup içinde fokurdayan kızarmış elmalar, bal, altın rengi tereyağı, kızarmış biftek ve fokur fokur kahvenin tüttüğü bir sofrada otururlardı. Yahut üst üste dizilmiş krep, rom renginde pekmez, kokulu kahverengi sosisler, bir kase ıslak kiraz, erik, yağlı sulu pastırma ve reçel döşenirdi. Öğlen yemeğinde ağır yemekler yerlerdi: kocaman bir sıcak biftek, tereyağlı lima fasulyesi, koçanında dumanı tüten taze mısır, kalın dilimlenmiş kırmızı domatesler, baharatlı ıspanak, sıcak, sarı mısır ekmeği, pul pul bisküviler, tarçınla baharatlanmış derin bir tabakta şeftali ve elmalı tart, yumuşak lahana, derin cam kaplarda dizilmiş koruklu meyveler; kiraz, armut, şeftali… Akşam yemeklerinde ise kızarmış biftek, yumurta ve tereyağında kızartılmış irmik kareleri, domuz pirzolası, balık veya kızarmış körpe tavuk yerlerdi.
Şükran Günü ve Noel ziyafetleri için dört ağır hindi satın alınır ve haftalarca beslerlerdi. Eugene, onları günde birkaç kez, teneke kutular dolusu mısırla doyururdu, fakat onların yaşayışlarına katlanamazdı. Çünkü son vakte kadar neşeli ve heyecanlı ötüşleri, onun kalbinde yankılar oluştururdu. Eliza, haftalar öncesinden fırınında harıl harıl çalışmaya başlardı. Ailenin tüm enerjisi, bu büyük ziyafet ritüeline odaklanırdı. Bir iki gün öncesinde, yardımcı tatlarla dolu market kutuları yığılırdı, tanıdık yemeklere yabancı yiyecek ve meyvelerin büyüsü eklenirdi: parlak ve yapışkan hurmalar, soğuk, zengin incirler, küçük kutulara sıkışmış yan yana dizili, tozlu üzümler, karışık kuruyemişler, badem, pikan cevizi, etli kara ceviz ve normal ceviz, çeşit çeşit şeker dolu torbalar, yığınla sarı Florida portakalı, mandalinalar ve keskin, buruk, nostaljik kokular…
Gant bir kızartmanın veya tavuk etinin önüne oturduğunda, çelik ve oymacı bıçağıyla sert bir şakırtı çıkararak çalışmaya başlar, ardından her tabağa Gargantua’ya yaraşır porsiyonlar dağıtırdı. Eugene, babasının yanında yüksek bir sandalyede oturur, şişen karnını davul gibi gerilene kadar doldururdu. Ancak midesi, kendisini dikkatle izleyen babasının iri parmağının sert darbesine karşı dayanıklı hâle geldiğinde, yemeği bırakmasına izin verilirdi.
“Orada hâlâ yumuşak bir yer var,” diye gürlerdi Gant ve oğlunun sıyrılıp, temizlenmiş tabağını başka bir kalın biftek dilimiyle doldururdu. Çocukların bu ağır ellerle yapılan muameleye dayanabilmesi, hem Eliza’nın yemek pişirme becerisine hem de ailelerinin direncine bir övgüydü.
Gant, açgözlülükle ve dikkatsizce yerdi. Balık yemeye aşırı düşkündü ve her seferinde bir kılçığa takılarak boğulma tehlikesi geçirirdi. Bu durum yüzlerce kez yaşanmıştı, ama her defasında bir çığlıkla ansızın başını kaldırır, acı ve korkuyla inleyerek bir yandan bağırırken, yarım düzine el de sırtına şiddetle vururdu.
“Merhametli Tanrım!” diye soluklanırdı sonunda, “Bu sefer sonum geldi sandım.”
“El insaf, Bay Gant,” diye kızardı Eliza. “Ne diye dikkat etmiyorsun? Eğer bu kadar hızlı yemezsen, her seferinde boğulmazsın.”
Çocuklar, gözleri üzerinde, ama rahatlamış bir şekilde yavaşça yerlerine geri dönerlerdi.
Gant, Hollanda usulü bir bolluk sevgisine sahipti. Tekrar tekrar, Pensilvanyalıların büyük, dolup taşan ambarlarını ve tükenmek bilmez zenginliklerini anlatırdı.
Kaliforniya’ya yaptığı yolculukta, New Orleans’ta tropik meyvelerin ucuzluğu ve bolluğuyla büyülenmişti: bir seyyar satıcı, ona yirmi beş sente koca bir muz demeti teklif etmiş, Gant hemen almıştı. Fakat kıtanın öteki ucuna doğru ilerlerken, neden böyle yaptığını ve o kadar muzu ne yapacağını çaresizlik içinde düşünüp durmuştu.
YEDİNCİ BÖLÜM
Gant’ın Kaliforniya’ya yaptığı bu yolculuk, onun son büyük seferi oldu. Bu seyahati, Eliza’nın St. Louis’den dönüşünden iki yıl sonra, 56 yaşındayken gerçekleştirdi. Ancak onun büyük cüssesinde, artık acı ve ölümün kimyası harekete geçmişti. Açıkça ifade edilmese de, tanımlanamasa da, hayatın ve hareketsizliğin tuzağına nihâyet yakalandığını, dünyayı keşfetmekten çok ona sahip olmak isteyen o korkunç iradeye karşı mücadelede yenilgiye uğradığını biliyordu. Bu, bir zamanlar küçük, gri gözlerinde karanlık bir açlıkla yanıp tutuşan, bir çocuğu yeni topraklara ve bir meleğin yumuşak taş gülümsemesine yönlendiren eski arzunun son kıvılcımıydı.
Ve kışın sonlarına doğru gri bir günde, dokuz bin millik gezintisinden, tepelerin çıplak ve kasvetli hapishanesine geri döndü.
Eliza ile geçirdiği sekiz binden fazla gün ve gecede, gecenin biri ve beşi arasında, dünyanın farkında olduğu uyanık ve ayık şekilde, kaç kez düşüncelere dalmıştı? Tam anlamıyla, on dokuz geceyi geçmezdi, biri, Eliza’nın ilk kızı Leslie’nin doğumu için; biri, 26 ay sonra kolera infantilis nedeniyle ölümünde; biri, Eliza’nın babası Binbaşı Tom Pentland’ın Mayıs 1902’deki ölümünde; biri Luke’un doğumu için; biri, Saint Louis’e doğru trenle giderken, Grover’ın ölümü için; biri, Playhouse’da (1893) yaşlı ve sâdık siyahî Uncle Thaddeus Evans’ın ölümünde; biri, Eliza ile birlikte, Mart 1897’de, yaşlı Binbaşı Isaacs’ın cesedi başında ölüm nöbeti tutarken; üçü, Temmuz 1897’nin sonunda, tifodan ölmek üzere olan, kemik iskeleti üzerine beyaz bir deri şeridi gibi incelmiş Eliza için; yine Nisan 1903’ün başlarında, tifodan ölmek üzere olan Luke için; biri, 26 yaşındaki Greeley Pentland’ın ölümünde, doğuştan skrofulöz tüberküloz hastası, kemancı, Pentland ailesinin alaycısı, küçük çaplı çek sahtekârı ve altı haftalık mahkûm; 1905 yılının Ocak ayında, 11’den 14’üne kadar süren üç gece, sağ tarafındaki romatizmal işkence ile kederine ortak olurken, kendini ve Tanrısını suçlarken; biri, 1896 yılının Şubat ayında, 11 yaşındaki Sandy Duncan’ın cenazesi başında ölüm nöbeti için; biri, 1895 yılının Eylül ayında, şehrin "calaboose"unda tövbekâr bir şekilde uyanıkken; biri, Piedmont, Kuzey Karolina’daki Keeley Enstitüsü’nde, 7 Haziran 1896’da; biri, 17 Mart 1906’da, Tennessee, Knoxville ile Altamont arasında, yedi haftalık bir Kaliforniya yolculuğunun sonunda.
O vakitler Gant, uzak yolculuklarından dönmüş bir seyyah olarak ev dediği toprakları nasıl görmüştü? Gri ışık, kayalık nehir üzerinde usulca yayılıyor, motorun dumanı, şafakta soğuk bir nefes gibi göğe doğru uzanıyordu. Tepeler büyüktü ama beklediğinden daha yakındı, çok daha yakın… Altamont, tepelerin arasında gri ve solmuş bir hâlde yatıyordu; kışın kasvetinde küçücük, zavallı bir nokta gibiydi. Gant, oyuncak bir kasabayı andıran bu harap yere dikkatle inerken, her şeyin ne kadar alçak, yakın ve küçülmüş olduğunu fark etti. Gullivervâri bir giriş yapıyordu; dar sokaklarda kollarını dikkatle vücuduna yaslayarak yürüdü. Oyuncak kasabanın tramvayına bindiğinde, Pisgah Oteli’nin kirli, karton benzeri dış cephesine, Depot Sokağı’nın ucuz tuğla ve tahtadan depolarına, Florence (Demiryolu Çalışanları) Oteli’nin paslı ve dayanıksız duvarlarına bakarak içini acıyla doldurdu; otel, etle beslenen fahişelerin taşkınlığıyla sallanıyordu.
Ne kadar küçük, ne kadar küçük, ne kadar küçük, diye düşündü. İnanamıyorum. Buradaki tepeler bile öyle. Yakında altmış yaşında olacağım.
Sarı benizli, zayıf yüzü mahcup ve korkmuştu. Rotan koltuğunun aşağısına mahzun ve somurtkan bir şekilde bakıyordu. Tramvay, raylarda çığlık atarak virajı dönerken durdu. Şoför, boğuk bir sesle içeri girdi, kapıyı kaydırarak kapattı ve koltuğuna oturup esnedi.
“Nerelerdeydiniz, Bay Gant?”
“Kaliforniya’daydım,” dedi Gant.
“Sizi görmeyeli uzun zaman oldu,” dedi şoför.
Hafif yanık çelik ve sıcak elektrik kokusu vardı.
Sadece iki ay ölüp gitti! Sadece iki ay! Ah, Tanrım! İşte buraya kadar geldik. Merhametli Tanrım, bu korkunç, bu dehşet verici, bu lanetli iklim. Ölüm, ölüm! Çok mu geç? Bir yaşam diyarı, bir çiçek ülkesi. Ne kadar berraktı o yeşil, berrak deniz. Ve balıkların hepsi orada yüzüyordu. Santa Catalina. Doğudakiler daima Batı’ya gitmeli. Nasıl geldim buraya? Aşağıya, hep aşağıya, nereye gittiğimi biliyor muydum? Baltimore, Sidney, Tanrı aşkına neden? Cam tabanlı küçük tekne; aşağılara bakabiliyordunuz. O eteğini kaldırdı, inerken. Şimdi nereye? Bir çift elma.
“Sanırım Jim Bowles siz yokken öldü,” dedi şoför.
“Ne!” diye uludu Gant. “Merhametli Tanrım!” Başını acıyla eğdi. “Neden öldü?” diye sordu.
“Zatürreden,” dedi şoför. “Hastalığa yakalandıktan dört gün sonra öldü.”
“O iri, sağlıklı bir adamdı; hayatının baharındaydı,” dedi Gant. “Gitmeden bir gün önce onunla konuşuyordum,” diye yalan söyledi ve bunun doğru olduğuna kendini ikna etti. “Hayatında bir gün bile hasta olmamış gibiydi.”
“Bir cuma akşamı eve üşümüş bir hâlde gitmiş,” dedi şoför, “ve ertesi salı öldü.”
Raylarda bir uğultu vardı. Kalın eldivenli parmağıyla pencereyi kaplayan buz tabakasını temizledi ve kızıl, çiğ toprak yığınını sisli bir şekilde dışarıdan izledi. Diğer tramvay âniden virajın ucunda belirdi ve tiz bir gıcırtıyla dönüş yaparak ray değiştiriciye yanaştı.
“Evet, efendim,” dedi şoför, kapıyı kaydırarak açarken, “kim gidecek, asla bilemezsiniz. Bugün var, yarın yok. Bazen ilk önce büyükler gider.”
Kapıyı arkasından kapattı ve tramvayı titreyerek üç kademe hareket ettirdi. Oyuncak gibi sarılmış tramvay, hızlı bir şekilde ilerlemeye başladı.
Hayatının baharında, diye düşündü Gant. Bir gün benim de başıma gelecek. Hayır, başkaları için… Annem neredeyse seksen altı yaşında. Augusta yazdı; at gibi yiyor. Ona yirmi dolar göndermem gerek. Şimdi, soğuk toprağın içinde, donmuş. Bahara kadar dayanır. Yağmur, çürüme, yıkım. Kim aldı işi? Brock mu yoksa Saul Gudger mı? Ekmeğimden eden kim? Beni öldüren yabancı. Gürcistan mermeri, kumtaşı kaide, kırk dolar.
"Bizden ayrıldı zarif bir dost,
Sevdiğimiz bir ses sustu birden,
Fakat inanç, hatıra yol gösterir bize:
O ölmedi ki; yaşıyor bizimle."
Dört kuruş bir harf için. Tanrı biliyor ya, yaptığınız iş için ne kadar az. Mektuplarım en iyisiydi. Yazar olabilirdim. Çizim yapmayı da severim. Hepsi benim. Eğer bir şey olsaydı duyardım, bana söylerdi. O yoldan asla gitmeyeceğim. Belden yukarısı iyi. Bir şey olacaksa aşağıda olacak. Çürümüş, viski bağırsakları delik deşik etmiş. Cardiac’ın muayenehanesinde kanserli bir adamın resimleri vardı. Ama birkaç doktorun aynı fikirde olması gerekiyor. Aksi takdirde suç sayılıyor. Ama en kötü ihtimalle, bunların hepsi dışta. İçine yayılmadan önce kurtulursun. Hâlâ yaşarsın. İhtiyar Haight’ın karnında bir kapak vardı. Kepçeyle çıkarırlardı. McGuire lânet bir kasap. Ama her şeyi yapabilir. Bir yerden bir parça kesip başka bir yere diker. Hominy kaval kemiğinden burun yaptı. Kimse fark etmedi. Mümkün olmalıydı. Tüm bağları kes, yeniden bağla. Beklerken yap. McGuire’ın işi gibi bir şey, kaba saba. Bir gün yapacaklar. Ben gittikten sonra. Şimdilik bu hâlde kalıyor, bilinmiyor, ama belki de öldürüyor. Boğa çok büyük. Yakında bahar gelir. Ölürdün. Yeterince büyük değil. Kafasında hep kan. Boğa sütüyle dolup taşan pınarlar. Jüpiter ve adı her neyse.
Batıya doğru baktığında Pisgah ve batı sıradağlarının bir görüntüsünü yakaladı. Orada daha genişti. Tepeler güneşe doğru tırmanıyordu. Gözler için bir genişlik vardı, dumanlı bir güneş, pusuyla çevrili bir bolluk; dünya bükülüp açılarak yeni bir dünyaya, tepe ve ovaya, batıya doğru yayılıyordu. Batı arzu içindir, Doğu yaşamak içindir. Doğuya doğru, kasabanın hemen yakınındaki tepeler koruyucu bir şekilde yükseliyordu. Birdseye, Sunset. Hâkim Buck Sevier’ın Pisgah Bulvarı’nın iyi tarafındaki kirli beyaz kerpiç evinden yoğun bir duman yükseliyor, aşağı vadideki siyahların kulübelerinden ise ince duman sarmalları çıkıyordu. Kahvaltı. Beyin ve yumurta kızartması, yumuşak pastırmalarla birlikte. Uyan, uyan, uyan, ey dağ ızgaraları! Hâlâ uyuyor mu, üç eski sargıya sarılmış, bayat, havasız, sarı ışık altında soğukta? Çatlamış elleri hastalıklı, tatlı bir gliserinle kaplanmış. Sakız kapaklı şişeler, tel tokalar, iplik parçaları. Şimdi kimse giremez. Utanıyor.
Gazete dağıtıcısı, Nu. 7, Vine Sokağı’nın köşesinde, rotasını bitirirken tramvay durdu, Pisgah Bulvarı’ndan kasabanın merkezine doğru yöneldi. Çocuk, taze gazete tomarını maharetle katlayıp düzleştirdi, ardından Shield Kuyumcusu’nun verandasına otuz metre öteden eğik bir şekilde fırlattı; gazete tahtalara çarpıp taze bir şapırtıyla geri sekti. Sonra yorgun bir rahatlama içinde, şimdi özgür ama hâlâ hafifçe eğik, sağ omuzunda bir hayalet öpücüğünün hafifliğiyle yirminci yüzyıla doğru yürüyüp gitti.
On dört yaşındayken,” diye düşündü Gant. “1864’ün baharı olmalı. Harrisburg’daki katır kampı. Ayda otuz dolar ve yemek. Erkekler katırlardan beter kokardı. Üçüncü ranzada, en üstteydim. Gil ikinci ranzadaydı. O pis ayağını ağzımdan uzak tut. Katırınkinden daha büyük. Eğer üzerine inerse, aptal herif, bunun bir katır olduğunu düşüneceksin,” demişti Gil. Sonra kavga ettiler. Annem gitmemizi istedi. “Çalışacak kadar büyüksünüz,” demişti. “Dünyanın kalbinde doğmuşsunuz, neden buradayız? Gettysburg’a on iki mil uzaklıkta. Güney’den geldiler. Çaldıkları soba borusu şapkaları vardı. Ayakkabıları yoktu. Bir içki ver bana, evlat.” Fitzhugh Lee’ydi bu. Üçüncü günün ardından geçtik. Devil’s Den. Cemetery Ridge. Çürümüş kol ve bacak yığınları. Bazıları et testeresiyle kesilmişti. Şimdi toprak daha mı verimli? Büyük ahırlar evlerden daha mı büyük? Hepimiz büyük yiyicileriz. Sığırları çalılıklarda sakladım. Belle Boyd, Güzel Âsi Casus. Dört kez idama mahkum edildi. Dans ederken cebinden haberleri çıkardı. Muhtemelen küçük bir fırlamaydı.
Domuz işkembesi ve sıcak çıtır ekmek. Mutlaka almalıyım. Ya tüm domuz ya hiç. Hep iyi bir tedarikçi oldum. Bana yapılan pek az şey vardı.
Tramvay hâlâ tırmanıyor, Skyland Bulvarı’nın dayanıksız, ucuz tahtadan yapılmış kahverengi-gri kirliliği üzerinde ilerliyordu.
Amerika’nın İsviçre’si. Gökyüzünün Güzel Ülkesi. Aman Tanrım! İhtiyar Bowman bir gün zengin olacağını söylemişti. Pasadena’ya kadar hep inşa edip durmuş. Hadi dışarı çık. Artık çok geç. Sanırım ona âşıktı. Ne farkeder? Çok yaşlı. Onu orada istiyor. Aptallığın böylesi. Balıkların beyaz karınları. Beni baştan aşağı yıkayacak bir pınar. Yeniden bir bebek kadar temiz. New Orleans. O gece Jim Corbett, John L. Sullivan’ı nakavt etti. Beni soymaya çalışan adam. Giysilerim ve saatim. Gecelikle Canal Sokağı’ndan beş blok aşağı. Sabahın ikisi. Hepsini bir yığın hâlinde attılar, saat en üste düştü. Odamda kavga. Kasaba, ödüllü dövüş için dolandırıcılar ve yankesicilerle doluydu. Güzel bir hikâye olur. Yarım saat sonra polis geldi. Seni dışarı çıkarıp içeri gelmen için yalvarırlar. Fransız kadınlar. Kreoller. Güzel Kreol mirasçısı. Buharlı gemi yarışı. “Kaptan, yaklaşıyorlar.” “Yenilmeyeceğim.” Odun bitti. “Pastırmayı kullan,” dedi gururla. Korkunç bir patlama oldu. Kadın üçüncü kez batarken onu yakaladı ve kıyıya yüzdü. Camın önünde oturup dudaklarını şapırdatarak kendilerini gösterirler. Belki yaşlı adamlar için daha iyidir. Orada işi kim alır? Hepsini yerin üzerinde gömerler. İki metre aşağıda su. Çürütür onları. Neden olmasın? Hepsi büyük işler. İtalya. Carrara ve Roma. Yine de Bürütüs onurlu bir adamdır. Kreol ne demek? Fransız ve İspanyol. Hiç zenci kanı var mı? Cardiac’a sor.
Tramvay, arabaların dinlendiği barınağın yanında kısa bir süre durakladı. Ardından, Güç ve Işık Şirketi’nin dinamik atmosferinin yanından isteksizce geçti ve Hatton Bulvarı’nın donmuş gri şeridine döndü, yavaşça yokuş yukarı ilerledi ve sonuna yakın meydanın soğuk sessizliğine ulaştı.
Ah, Tanrım! Ne iyi hatırlıyorum. İhtiyar adam, geldiğimden üç gün sonra bana tüm arsayı bin dolara teklif etmişti. Eğer… Bugün milyoner olurdum.
Tramvay, meydanın seksen metrelik yükseltisine doğru ilerlerken Tuskegee’yi geçti.
Giriş kapısının her iki yanında, neredeyse kaldırıma kadar uzanan kalın cam levhaların önünde yeni cilalanmış, parlak, pirinç tükürük hokkalarının yanında sıralanmış, yağlı deri koltuklar ağır ağır oturuyordu.
Pek çok şişman adamın kıçı o deri koltuklara yayıldı. Cam bir kutudaki balıklar gibi. Seyahat eden adamın ıslak, çiğnenmiş purosu, yağlı dudaklarında tükürükle sarkıyor. Kadınlara bakıyor. Ama uzun süre bakamazsın. Avantaj sağlar.
Bir zenci bellboy, gri bir toz beziyle, uykulu bir şekilde deri koltukların üzerinden geçiyordu. İçeride, yeni doldurulmuş çıtır çıtır bir odun ateşinin önünde, gece resepsiyonisti derin bir deri divanın geniş karnına yayılmış hâldeydi.
Tramvay meydana ulaştı, kuzey-güney hatlarının örümcek ağı gibi dizilimini sarsarak geçti ve kuzey tarafında, doğuya bakacak şekilde durdu. Camdaki buzlanmayı parmağıyla temizleyen Gant, dışarı baktı. Soluk gri, donmuş sabahın içinde meydan, etrafını donuk ve doğallıktan uzak bir küçüklükle çevreliyordu. Gant bir anda, meydanın sıkışık ve küçük dünyasının sabitliği içinde boğulmuş gibi hissetti; dünyası kıpır kıpır, evrilen, sürekli değişen bir vizyonken, yaşamının merkezi olan bu yer, şimdi gözünde büzülmüş görünüyordu. Kalbinde bir tür yeşil bir korku, donmuş bir daralma hissetti; şayet kollarını açsa, meydanı çeviren üç-dört katlı, yamuk tuğla binaların duvarlarına çarpacakmış gibi bir his…
Sonunda yere çakılmış gibi hissetti. İki ay boyunca biriktirdiği tüm görüntülerin, hareketlerin, yemenin, içmenin ve yaşamanın toplamı, bir anda üzerine çöktü. Sınırsız topraklar, ormanlar, tarlalar, tepeler, bozkırlar, çöller, dağlar, gözünün altında hızla kayıp giden sahil; istasyonlarda, gözlerinin önünde yüzüyormuş gibi duran zemin; gumbo, istiridye, dev Frisco deniz biftekleri, tropik meyvelerin sonsuz yaşamıyla dolu anılar; denizin bitmek bilmeyen kıpırdanışı... Ancak burada, bu gerçek dışı-gerçeklikte, yirmi yıldır tanıdığı şeyin bu doğallıktan uzak görüntüsünde, yaşam, hareketini, değişimini ve rengini kaybediyordu.
Meydan, bir rüyanın korkunç somutluğuna sahipti. Güneydoğunun uzak köşesinde, kendi dükkânını gördü: ismi, çatının yakınındaki tuğlalar üzerinde, kirli ve pul pul olmuş beyaz harflerle büyükçe yazılmıştı: W. O. Gant – Mermerler, Mezar Taşları, Mezarlık Aksesuarları. Bu görüntü, bir adamın kendi adını Şeytan’ın defterinde gördüğü cehennem rüyası gibiydi; veya bir cenazeye katılan kişinin, kendisini tabutun içinde bulduğu ölüm rüyası, yahut bir idamı izlemek için gelenin, kendini darağacında gördüğü türden bir kâbus.
Manor Otel’de çalışan uykulu bir zenci, ağır adımlarla tramvayın arka kısmında, kendi ırkı için ayrılmış koltuklardan birine tırmandı ve kendini koltuğa bıraktı. Bir süre sonra, şişkin dudaklarının arasından hafif hafif horlamaya başladı.
Meydanın doğu ucunda, Büyük Bill Messler, yeleğinin yarısı açık bir şekilde, kemerle sıkıştırılmış şişkin göbeğiyle Şehir Binası’nın merdivenlerinden yavaşça indi ve soğuk metalik kaldırımlarda, köy sakinliğinde yankılanan adımlarla yürümeye başladı. Çeşme, kalın bir buz bileziğiyle çevrilmişti ve buz mavisi parlayan suyu, dörtte bir gücünde akıyordu.
Arabalar birer birer yerlerini alıyordu; sürücüler ayaklarını yere vurup bir araya gelerek sigara dumanları içinde konuşuyorlardı; meydanda yaşamın yeni başladığına dair bir nefes vardı. Şehir Binası’nın yanında, itfaiyeciler vagonlarının üzerinde uyuyordu; kilitli kapının ardında büyük nal sesleri tahtalarda yankılanıyordu.
Bir yük arabası, Şehir Binası’nın önündeki meydanın doğu ucundan takırdayarak geçti. Yaşlı at, güneydoğudaki eğimli taş yoldan pazara doğru dikkatle inerken arabayı geriye doğru çekiyordu. Bu taş yol, Gant’ın dükkânını pazardan ve hapishaneden kesiyordu. Tramvay tekrar doğuya hareket ettiğinde, Gant bu yolun ötesinde, Niggertown’a açılan köşeli bir manzara yakaladı. Yerleşim, yüzlerce ince duman tüyüyle narin bir şekilde tütüyordu.
Tramvay, şimdi hızla Academy Caddesi'nden aşağı süzülüyor, vadi boyunca, siyahilerin yerleşiminin beyaz bölgeye keskin bir şekilde dayandığı noktada Ivy Caddesi’ne dönüyor ve kuzey yönünde ilerliyordu. Bir tarafında kirli çakıl sıvalı küçük evler, diğer tarafında ise ihtişamlı meşe ağaçlarının gölgelediği, eski Profesör Bowman’ın terk edilmiş Genç Hanımefendiler Okulu’nun büyük ve sarsılan sıvalı yapısı vardı. Yol, büyük, kışlık, ahşap ve ıssız bir bina olan Ivy Oteli’nin yanında, Woodson Caddesi’nin tepesinde son buldu. Otel hiç kazanç getirmemişti.
Gant, ağır çantasını dizleriyle iterek pasajdan geçti ve tepenin aşağısına inmeden önce bir süre kaldırımda çantasını dinlendirdi. Donmuş toprak, dik ve engebeli bir şekilde aşağı doğru uzanıyordu. Beklediğinden daha dik, daha kısa ve daha yakındı. Sadece ağaçlar büyük görünüyordu. Duncan’ın verandasına çıkıp sabah gazetesini aldığını gördü. Daha sonra konuşurum, diye düşündü. Şimdi çok uzun sürer. Beklediği gibi, İskoç’un bacasından kıvrılan sabah dumanı görünüyordu, ama kendi evinden hiçbir duman çıkmıyordu.
Tepeden aşağı indi, demir kapıyı yumuşakça açarak avlu tarafındaki yan girişten eve adım attı. Dik verandaya çıkan basamakları tırmanmaktansa bu yolu tercih etmişti. Kalın ve kurumuş asma dalları, güçlü ipler gibi evin etrafında kıvrılıyordu. Oturma odasına sessizce girdi. Soğuk derinin keskin bir kokusu vardı. Şömine ızgarasına ince bir kül tabakası yayılmıştı. Çantasını yere bıraktı ve yıkama odasından mutfağa geçti.
Eliza, eski ceketlerinden birini giymiş, parmakları kesik yün eldivenlerle küçük bir ateşin közlerini karıştırıyordu.
“Eh, döndüm işte,” dedi Gant.
“Ne dünyalar!” diye bağırdı Eliza beklediği gibi, telaşla hareket edip kollarını ne yapacağını bilemeden savuruyordu. Gant, beceriksizce elini bir anlığına onun omzuna koydu. İkisi de hareket etmeden garip bir şekilde durdular.
Sonra Gant yağ tenekesini kaptı ve odunları gazyağıyla ıslattı. Ateş, sobanın içinden kükreyerek yükseldi.
“Aman Tanrım, Bay Gant,” diye bağırdı Eliza, “bizi yakacaksınız!”
Ama Gant, bir avuç kesilmiş odun ve yağ tenekesini alarak öfkeyle oturma odasına yöneldi.
Gazlanmış çam odunlarından çıkan alevler kükreyerek yükseldiğinde ve ateşin dolu olduğu bacanın titrediğini hissettiğinde, Gant neşesini geri kazandı. Çölün genişliğini geri getirdi; nehrin geniş sarı yılanını; kıtanın madenle zenginleşmiş alüvyonlarını; deniz duvarlarının üzerinde direklenmiş, yük taşıyan gemilerin zengin vizyonunu; dünya özlemiyle dolu gemileri; toprakların filtrelenmiş ve yoğunlaştırılmış kokularını, zifiri rom ve pekmezi, katranı, olgunlaşan guavaları, muzları, mandalinaları, tropik meyveleri sıcak ambarlarında bol, ucuz ve bereketli bir şekilde taşıyan gemileri; Louisiana, Texas, Arizona, Colorado, California’nın büyük isimlerini; çölün patlamış şeytani dünyasını; bir arabaya geçit sağlamak için oyulmuş devasa ağaç gövdelerini; bir dağın tepesinden sessizce dökülen, dumanlı, spiral bir şekilde akan suyu; dünyanın dakik solunumu tarafından gökyüzüne fırlatılan içten kaynayan gölleri; granit okyanusların sayısız işkencesini; derin kanyonlarla oyulmuş, insanın ötesinde, doğanın ötesinde, korkutucu renklerin gün be gün değişen kertenkele renkleriyle ışıltılı hâle getirdiği dünyayı geri getirdi.
Eliza hâlâ heyecanlı, kendine gelmeye çalışarak, yeniden konuşma yetisini geri kazanmaya çalışıyordu. Çatlamış eldivenli ellerini karnının önünde kavuşturmuş bir şekilde oturma odasına kadar Gant’ı takip etti.
"Geçen gece Steve’e diyordum ki, 'Beni şaşırtmaz senin baban, her an kapıdan içeri dalabilir,' ne derler bilmem, içimde bir his vardı," dedi Eliza… "Ama düşündükçe insan, bu oldukça garip. Geçenlerde Garret’in dükkânındaydım, birkaç şey sipariş ediyordum, vanilya özü, soda ve bir kilo kahve, o sırada Aleck Carter bana yaklaştı. ‘Eliza,’ dedi, ‘Bay Gant ne zaman geri dönüyor, sanırım onun için bir iş ayarlayabilirim.’ ‘Aleck,’ dedim, ‘Sanırım nisanın birinden önce gelmez.’ Ama ne oldu biliyor musun, daha dükkândan yeni çıkmıştım ki, sanırım başka bir şey düşünüyordum, çünkü Emma Aldrich yanımdan geçti ve bana seslendi, ben de ona yanıt vermeyi ancak o ilerledikten sonra becerebildim. Sonra, sanki hiçbir şey olmamış gibi, arkasından bağırdım, ‘Emma!’ işte o anda birden aklıma geldi, şu an olduğu kadar emindim, ‘ne dersin, Bay Gant eve dönüyor!’"
Tanrım, aman Tanrım! diye düşündü Gant. Yeniden başladı.
Eliza’nın hafızası, olayların okyanus yatağında büyük bir ahtapot gibi dolaşıyor, kör ama eksiksiz bir şekilde her deniz mağarasını, derinliği ve haliçi hissediyordu. Hafızası, yaptığı, hissettiği ve düşündüğü her şeyi, Pentland ailesinin o emici dikkatiyle odaklıyordu; onlar için güneş parlıyor veya kararıyor, yağmur yağıyor, insanlar geliyor, konuşuyor ve ölüyor, varoluşlarının boşluğundan bir anlığına sıyrılıp Pentland ailesinin amacının merkezine, desenine ve kalbine yerleşiyordu.
Bu sırada Gant, büyük, parlak kömür parçalarını odunun üzerine yerleştirirken kendi kendine mırıldandı; zihni, dikkatle dengelenmiş ve doruk noktasına ulaşan cümlelerle, yükselen bir sırayla kendi retoriğini düzenliyordu.
Evet, rutubetli pamuk balyaları, tren istasyonlarının uzun sundurmalarının altında istiflenmişti; güneyin düz çam ormanları, kahverengi peri ışığıyla doymuş, uzun, düz, yapraksız ağaç gövdeleriyle bölünüyordu; Canal Street’te (muhtemelen Fransız yahut Kreol) bir kadının zarifçe kaldırdığı eteğinin altından görünen bacağı; bir pencere perdesine uzanan beyaz bir kol, pencere ışığında parlayan Fransız zeytini yüzler; Georgia’lı doktorun karısı, üst kattaki odadan çıkarken; çitin sınırlandırmadığı, balıklarla dolup taşan, mavi, tembel ve ağırbaşlı Büyük Okyanus’un tükenmeyen bolluğu; ve kıtayı süpüren, sarı, yavaşça kabaran, her şeyi içen yılan gibi nehir…
Hayatı o nehir gibiydi, kendi tortusundan zenginleşmiş, doğurgan bir birikimle beslenmişti; yaşam tarafından tükenmez bir şekilde doldurulmuştu ki daha zengin bir benliği olabilsin. Ve şimdi bu hayatı, bir nehrin büyük amacıyla, kendi evinin limanına, kendisinin yeterli sığınağına boşaltıyordu; bağlar onu üç kez sarıyordu, toprak bol meyve ve çiçekle patlıyordu, ateş çılgınca yanıyordu.
“Ne var kahvaltıda?” diye sordu Gant, Eliza’ya.
“Neden,” dedi Eliza, dudaklarını düşünceli bir şekilde büzerek, “yumurta ister misin?”
"Evet," dedi Gant, "birkaç dilim pastırma ve iki tane domuz sosisiyle birlikte."
Yemek odasını geçip koridora doğru ilerledi.
"Steve! Ben! Luke! Sizi lanet düzenbazlar!" diye bağırdı. "Kalkın!"
Ayak sesleri neredeyse aynı anda yere vurdu.
"Babamız geldi!" diye çığlık attılar.
Bay Duncan, taze pişmiş bir rulonun üzerine doğru eriyerek yayılan tereyağını izliyordu. Perdesinin arkasından dışarı eğilerek baktı ve Gant’ın evinin üzerinde, havayı ağır bir şekilde delen koyu, keskin dumanı gördü.
"Döndü," dedi memnuniyetle.
Aynı anda, boyalarla uğraşan Tarkinton, "W. O. geri döndü," dedi.
Böylece, batıya doğru yol almış olan Gant, uzaklara giden seyyah, evine varmıştı.
SEKİZİNCİ BÖLÜM
Eugene artık duyuların sınırsız çayırlarında özgürdü; algılama yetisi öylesine tamamlanmıştı ki, tek bir şeyi fark ettiği anda, renklerin, sıcaklığın, kokunun, sesin, tadın bütün arka planı da onunla birlikte beliriyordu. Bu yüzden, yıllar sonra, sıcak bir karahindibanın kokusu, ilkbaharın güneşle ısınmış yamaçlarını, bir günü, bir yeri, genç yaprakların hışırtısını veya bir kitabın sayfasını ona geri getiriyordu. İnce, egzotik bir mandalina kokusu, kışın sert elmalarının ekşi vuruşu, Gulliver’in Gezileri gibi bir Mart günü, parlak, rüzgârlı bir gökyüzü, âni sıcaklık patlamaları, toprağın buzunu çözüp ıslak kokularla salınışı, ateşin dokusu…
İlk kez evin çitlerinden kurtulmuştu, henüz altısını doldurmamıştı ki, kendi isteğiyle okula gitmeye karar verdi. Eliza onu göndermek istemedi, fakat en yakın arkadaşı, kendisinden bir yaş büyük olan Max Isaacs okula gidecekti ve Eugene’ın içini sıkıştıran bir korku vardı: yine yalnız kalacağına dair derin, boğucu bir his. Eliza ona izin vermedi; çünkü okulun, onları bir arada tutan bağları yavaş yavaş, nihâyetinde ise tamamen gevşeteceğini hissetmişti. Fakat bir Eylül sabahı, Eugene’ın sinsice bahçe kapısından sıyrılıp, bütün hızıyla köşedeki diğer küçük çocuğa doğru koştuğunu gördüğünde, onu geri getirmek için hiçbir şey yapmadı. İçinde bir şey kopmuştu. Eugene’ın arkaya kaçamak bir bakış attığını hatırladı ve ağladı.
Ama kendisi için değil, onun için ağladı: Onun doğduğu saat, koyu renkli gözlerinin içine baktığında, orada sonsuza dek kalacağını bildiği bir şey görmüştü, uçsuz bucaksız, ulaşılmaz bir yalnızlık kuyusu. Kendi karanlık ve hüzünlü rahminde, ebediyetin kayıp bağlarıyla beslenmiş bir yabancının hayat bulduğunu biliyordu; kendi hayaletiydi, kendi evinin içinde dolanıp duran bir gölge, kendine ve dünyaya yabancı, yalnız. Ah, kayıp olan!
Kendi büyüme sancılarıyla meşgul olan ağabeyleri ve ablaları, Eugene’a pek az zaman ayırıyordu. En küçüğü olan Luke’tan bile neredeyse altı yaş küçük olduğu için, ona ancak büyük çocukların küçük kardeşlere uyguladığı o ufak zalimlikler, sıradan eziyetler düşüyordu. Onu derin bir düşten uyandırıp kızdırdıklarında, çılgın bir öfke krizine kapıldığı o anların kısa süreli çığlık dolu deliliğinden zevk alıyorlardı, öyle ki, Eugene bazen bir doğrama bıçağı kapıp peşlerine düşüyor veya başını duvarlara vuruyordu.
Onun “tuhaf” olduğunu düşünüyorlardı, diğer oğlanlar, çocuk sürüsüne özgü o kibirli korkaklığı vaaz ediyor, yaptıkları eziyetler ortaya çıktığında, Eugene’ı “gerçek bir erkek” yapmaya çalıştıklarını söyleyerek kendilerini savunuyorlardı. Ama Eugene’ın iç dünyasında Ben’e karşı derin bir sevgi filizleniyordu. Ben, evin içinde bazen sessiz ve gölge gibi dolaşıyor, daha o zaman bile, çatık kaşları ve sert diliyle kendi gizli hayatını koruyordu. Ben, bir yabancıydı; fakat içindeki derin içgüdü, onu küçük kardeşine yakın hissettiriyordu. Gazete dağıtıcılığından kazandığı küçük paranın bir kısmını Eugene için hediyelere ve eğlencelere harcıyor, kimi zaman sertçe azarlıyor, bazen başına hafifçe vurarak uyarıyor, ama her durumda onu diğerlerinden koruyordu.
Gant, oğlunun ateşin ışığında saatlerce resimli bir kitaba bakarak dalgın durduğunu gördükçe, onun kitapları sevdiğine karar verdi. Daha belirsiz bir hisle de olsa, onu bir avukat yapmayı, siyasete sokmayı, valiliğe, senatoya, hatta başkanlığa kadar yükseltmeyi hayal etti. Ona, defalarca, taşradan çıkıp büyük adam olan çocukların kaba saba Amerikan efsanelerini anlattı; çünkü onlar köylü çocuklardı, yoksul çocuklardı, çiftlikte çalışarak büyümüş çocuklardı ve bu yüzden büyük adam olmuşlardı.
Ama Eliza, onu bir akademisyen, bir bilgin, bir profesör olarak görüyordu. Gant’ı her defasında çileden çıkaran, ama Eliza’nın kendisini kesin bir şekilde inandırdığı o rahatlatıcı düşüncelerle, Eugene’ın kitaplara olan düşkünlüğünde kendi bilinçli planının meyvesini görüyordu.
"Doğmadan önceki yaz, bulduğum her fırsatta okudum," dedi Eliza. Sonra, Gant’ın çok iyi bildiği, her zaman ailesine bir gönderme yapmadan önce beliren o kendinden memnun, sırdaşça gülümsemesiyle devam etti: "Sana bir şey diyeyim mi: Belki de her şey Üçüncü Nesilde ortaya çıkacaktır."
"Üçüncü Nesil’in Tanrı belasını versin!" diye kükredi Gant öfkeyle.
"Şimdi, sana bir şey söylemek istiyorum," diye devam etti Eliza düşünceli bir ifadeyle ve işaret parmağını sallayarak. "Herkes hep derdi ki, dedesi harika bir akademisyen olurdu, eğer…"
"Merhametli Tanrım!" diye patladı Gant, âniden ayağa fırlayıp oda boyunca sert adımlarla yürürken alaycı bir kahkaha attı. "Bunun buraya varacağını tahmin etmeliydim! Emin olabilirsin," diye bağırdı, büyük bir heyecanla baş parmağını diliyle ıslatarak, "eğer bir başarı varsa, bunun bana ait olduğunu asla kabul etmeyeceksin! Hayır, asla! Bunu yapmaktansa ölürsün daha iyi! Ama sana ne yapacağını söyleyeyim! O, ömründe tek bir gün bile doğru dürüst çalışmamış, zavallı eski ucube hakkında övünüp duracaksın!"
"Ben senin yerinde olsam bundan o kadar emin olmazdım," diye başladı Eliza, dudakları titreyerek.
"Tanrım, aman Tanrım!" diye kükredi Gant, her zamanki gibi mantıklı bir tartışmaya zerre kadar önem vermeden odada dört dönerek… "Tanrım, bu tam bir rezalet! Doğaya yapılmış bir travesti îması! Cehennem, hor görülmüş bir kadından daha büyük bir öfkeye sahip değildir!" diye, belirsiz ama şiddetli bir şekilde haykırdı ve ardından oda boyunca dolaşırken acımasız, yüksek sesli, zorlama bir kahkaha atmaya başladı.
Böylece, içine kapanmış, karanlık ruhunun içinde sıkışıp kalmış hâlde, Eugene ateşin aydınlattığı bir kitabın başında düşüncelere daldı; gürültülü bir handa, bir yabancıydı. Hayatının kapıları, onu diğerlerinin bilgisinden uzaklaştırarak kapanıyordu; havada asılı duran, dumanlı ve elle tutulmaz bir hayal dünyası yükseliyordu. Ruhu, coşkun imgelerin içinde eriyor, kitap raflarını resimler için karıştırıyor, orada keşfedilecek hazineler buluyordu: Stanley ile Afrika’da, ormanın gizemiyle yoğrulmuş, savaşın içinde kaynayan, mızrakların havada uçuştuğu, devasa ağaç kökleriyle dolu ormanlarla çevrili, sazdan köylerin, altın ve fildişinin zenginliğine batmış bir anlatı; yahut Stoddard’ın Dersleri, ağır ve kaygan sayfalarına Avrupa ile Asya’nın en çok ziyaret edilen sahnelerinin basıldığı bir kitap. Harikalar Kitabı, çağın tüm mucizelerinin büyüleyici çizimlerini barındırıyordu, balonuyla Santos Dumont, bir çaydanlıktan dökülen sıvı hava, yeryüzündeki tüm donanmaların bir gram radyumla sudan iki ayak yukarı kaldırılması (Sir William Crookes), Eyfel Kulesi’nin inşası, Flatiron Binası, dümenle yönlendirilen otomobil, denizaltı…
San Francisco depreminden sonra yayımlanmış bir kitap vardı, ucuz yeşil kapağı, çöken kuleler, sarsılan kuleler, parçalanmış ve alev yutan toprağın içine yuvarlanan çok katlı binalarla süslenmişti. Bir diğer kitap ise Günah Sarayları veya Toplum İçindeki Şeytan adını taşıyordu; görünüşte iffetli olan yüksek mevkilerin üzerindeki cilayı kaldırıp içindeki çürümüşlükleri açığa çıkarmak için dev servetini harcamış dindar bir milyoner tarafından yazıldığı iddia ediliyordu. Kitapta, yazarın ipek şapkasıyla, günah saraylarıyla dolu bir caddede yürüdüğünü gösteren cazip resimler vardı.
Bu garip, karmakarışık görüntü galerisinden, hayal gücünün dalgın gücü altında genişleyen bir dünya yükseliyordu. Doré’nin Milton’ından kayıp, karanlık melekler, bu üst dünyada yükselen veya çöken kulelerin, mekanik mucizelerin, miğferli ve topuzlu romantizmin ötesine, mağaralarla dolu Cehennem’e doğru süzülüyordu. Ve Eugene, tüm bu hayatın en parlak renklerle alevlendiği, evden uzaklarda yankılanan epik dünyaya bir gün özgürce adım atacağını düşündüğünde, kalbi kan göllerini yüzüne fırlatıyordu.
Uzaktaki kilise çanlarının pazar gecesi boyunca kırsalın üzerinde yankılandığını duymuştu; karanlıkla yoğrulmuş toprağın, milyonlarca minik gece yaratığının senfonisine batmış ezgilerini işitmişti. Ve böylece, uzak bir vadiden geriye çekilen tren düdüğünün feryadını ve rayların üzerindeki solgun gök gürültüsünü dinlemişti. Sayısız, birbirine karışmış, bilinmez kokuların ve hislerin kısa süreli baştan çıkarmaları içinde, altın bir dünyanın uçsuz bucaksız genişliğini ve derinliğini hissetti; kör edici bir etkileşim ve duyusal patlamalarla birbirine dolanan imgelerin sonsuz dokusunu…
Fuar’daki Doğu Hindistan Çay Evi’ni hâlâ hatırlıyordu: sandalağacı kokusunu, türbanları ve uzun kaftanları, serin iç mekânı ve Hindistan çayının büyüleyici kokusunu. Ve şimdi, ilkbaharın çiyle ıslanmış sabahlarının nostaljik heyecanını da duyuyordu; kiraz çiçeklerinin kokusunu, toprağın serin ve berrak çağrısını, bahçenin ıslak humus kokusunu, keskin kahvaltı kokularını ve havada süzülen çiçek karlarını.
Genç ilkbahar çimenlerinde güneşin altında ısınmış karahindibanın o keskin, ham heyecanını biliyordu. Mahzenlerin, örümcek ağlarının ve gizlice toprak üzerine inşa edilmiş odaların kokusunu tanıyordu. Temmuz ayında, çiftçinin kapalı arabasında tatlı samanlara yatırılmış karpuzların, kavunların ve sandıklara doldurulmuş şeftalilerin kokusunu içlerine çektiği anları anımsıyordu. Ve közde pişen ateşin önünde, acı-tatlı portakal kabuğunun o yoğun kokusunu...
Babasının oturma odasının erkeksi ve ağır kokusunu bilirdi; at kılı dolgulu, yılların yıprattığı pürüzsüz deri kanepenin, şöminenin önünde kabarmış ve çatlamış cilalı tahtaların, sıcaktan yumuşamış dana derisi ciltli kitapların, kırmızı bayraklı elma tütün tapalarının, Ekim ayında havada asılı kalan odun dumanının ve yanık yaprakların kokusunu… Yorulmuş kahverengi sonbahar toprağını, gecenin hanımeli çiçeklerini, sıcak kapuçin çiçeklerini, haftada bir tereyağı, yumurta ve süt getiren temiz yüzlü köylünün kokusunu... İyi pişmemiş, yağlı ve yumuşak pastırmanın, taze demlenmiş kahvenin, rüzgâra karışan fırın kokularının, dumanı üzerinde tüten koyu renk fasulyelerin, tereyağı ve tuzla iyice harmanlanmış sıcacık tabakların kokusunu... Eski çam tahtalarından yapılmış, uzun zamandır kapalı bir odanın, içinde kitaplar ve halılar saklanmış mekânın ağır kokusunu… Uzun beyaz sepetlerde dizilmiş Concord üzümlerinin ferahlatıcı rayihasını...
Evet, ve o büyüleyici okul kokularını… Tahtanın ve cilalanmış sıraların kokusunu; soğuk kızarmış et ve tereyağıyla yapılmış kalın ekmek sandviçlerinin kokusunu; saraç dükkânındaki yeni derinin veya sıcak bir deri koltuğun o tok kokusunu; balla öğütülmemiş kahvenin, fıçıya basılmış tatlı turşuların ve peynirin kokusunu; manav dükkânının iç içe geçmiş baharatlı, meyveli, yoğun karışımını… Mahzende saklanan elmaların ve taze toplanmış meyve bahçesi elmalarının kokusunu, sıkılmış elma şırasının ekşi tatlı tortularını; güneşte olgunlaşan armutların ve sıcak ocakta şekerle kaynayan kirazların kokusunu…
Bıçakla yontulmuş tahtanın, genç kerestenin, talaşın ve yongaların kokusunu; karanfil saplanmış ve brendide turşulanmış şeftalilerin kokusunu; çam reçinesinin ve taze çam iğnelerinin kokusunu; atın yeni kesilmiş toynaklarının ve közde kızaran kestanelerin; kaselerde toplanmış ceviz ve kuru üzümlerin; çatırdayan sıcak yağın ve fırında kızarmış genç domuz etinin; eriyen tereyağı ve tarçının sıcak tatlı patateslerin üzerinde bıraktığı o eşsiz kokunun büyüsünü biliyordu.
Evet… Ve o ağır ağır akan nehrin keskin, rutubetli kokusunu da bilirdi; asmalarda çürüyen domateslerin ekşi kokusunu, yağmurla ıslanmış eriklerin ve kaynayan ayvaların tatlı ekşi kokusunu... Çürüyen nilüfer yapraklarının, yeşil bataklık köpüğü içinde çürüyen boğucu otların kokusunu... Ve Güney’in o eşsiz kokusunu, temiz ama keskin, büyük bir kadının teni gibi; sağanak yağmurdan sonra suya doymuş ağaçların, toprağın o ağır ve ferahlatıcı kokusunu...
Evet… Ve sabahın erken saatlerinde sıcaktan kavrulan papatya tarlalarının kokusunu; bir dökümhanede eriyen demirin ağır metal kokusunu; kışın, atlarla dolu ahırların ve tüten gübre yığınlarının sıcak kokusunu; yaşlı meşe ve ceviz ağaçlarının kokusunu... Kasap dükkânının demir gibi kan kokan havasını; kesilmiş kuzunun güçlü, ağır kokusunu; morumsu gut hastalığına tutulmuş bir karaciğerin, yağlı ve yumuşak sosis hamurunun, kan kırmızısı bifteklerin kokusunu... Ve eritilmiş esmer şekerin içine katılmış acı çikolata rendesinin, ezilmiş nane yapraklarının, ıslak leylak çalılarının kokusunu... Ağır dolunayın altında açan manolyaların, köpek ağaçlarının ve defne çiçeklerinin esrik kokusunu... Eski, katranla kaplı bir piponun ve kavrulmuş meşe fıçılarında yıllanmış Bourbon çavdar viskisinin ağır rayihasını... Tütünün keskin kokusunu; karbolik ve nitrik asidin yakıcı kimyasal kokusunu... Köpeğin sert, sahici kokusunu; yıllarca kapalı kalmış, küf kokan eski kitapların kokusunu; pınar başlarındaki serin eğrelti otu kokusunu; vanilyanın kek hamuruna karışan o tatlı kokusunu; ve keskin, ağır yarılmış peynirlerin kokusunu...
Evet… Ve bir hırdavat dükkânının, özellikle de taze metal çivilerin o metal kokusunu... Fotoğrafçının karanlık odasındaki kimyasalların yoğun asidik kokusunu... Genç hayatın kokusunu taşıyan boya ve terebentin buharlarını... Karabuğday hamurunun ve siyah sorgum şurubunun yanık kokusunu... Bir zencinin ve atının, birbirine karışmış terli ve topraksı kokusunu... Kaynayan şekerleme karışımının, turşu fıçılarına sinmiş salamura tuzunun keskin kokusunu... Güney tepelerinin yemyeşil, nemli orman altlarının yoğun kokusunu... Balçıklı istiridye kutularının, içi temizlenmiş soğuk balıkların deniz kokusunu... Sıcaktan bunalmış bir mutfak zencisinin terli ten kokusunu... Gazyağı ve muşambanın, sarsaparilla kökünün ve guavanın, sonbaharda olgunlaşmış cennet hurmalarının, yağmurun ve rüzgârın kokusunu... Yanık kükürt kokulu şimşeklerin, soğuk yıldız ışığının, kıtır kıtır donmuş çimenlerin kokusunu... Sisin ve puslu kış güneşinin, ekim zamanının, çiçek açmanın ve olgunlaşıp yere düşen hasadın kokusunu…
Ve şimdi, hissettiği bunca kokunun açtığı iştahla, okulda, o verimli büyülü coğrafya derslerinde, dünyanın tüm kokularını içine çekiyordu. Bir iskele başında üst üste dizilmiş her bir fıçının içinde altın renkli bir rom hazinesi, yoğun bir porto şarabı, dolgun ve koyu bir Burgonya şarabı varmış gibi hissediyordu. Tropik ormanların nemli toprak kokusunu, plantasyonlardaki ağır çiçekli bitkilerin kokusunu, limanların tuzlu balık kokusunu hayal ediyordu. Engin, büyüleyici ve karmaşıklıktan uzak bir dünyanın içine yolculuk ediyordu, duyularını açarak…
Şimdi, sayısız takımadalar geride kalmış, o ise bilinmeyen fakat bekleyen kıtanın üzerinde, sağlam ve köklenmiş bir şekilde duruyordu.
Okumayı neredeyse anında öğrendi, kelimelerin şekillerini güçlü görsel hafızasıyla anında kavrayarak… Ancak yazmayı öğrenmesi, hatta kelimeleri kopyalaması bile haftalar aldı. Hayal gücünün köpüklü dalgaları ve kayıp dünya, zaman zaman okul sabahlarının berrak zihninde süzülmeye devam ediyordu. Öğretmeninin verdiği tüm talimatları kusursuz bir şekilde takip etse de, sıra harfleri yazmaya geldiğinde hâlâ eski bilgisizliğinin duvarları içinde sıkışıp kalıyordu.
Çocuklar, öğretmenlerinin gösterdiği model harflerin altına eğri büğrü alfabelerini çizerken, Eugene’ın başarısı sadece düzensiz, titrek mızrak uçlarından oluşan bir satırdan ibaretti. Ve bu satırı durmaksızın, coşkulu bir şekilde tekrarlıyordu, farklı olduğunu göremeden veya anlayamadan.
"Yazmayı öğrendim," diye düşündü.
Sonra bir gün, Max Isaacs âniden kendi alıştırmasından başını kaldırıp Eugene’ın kâğıdına baktı ve o düzensiz çizgiyi gördü.
"Bu yazı değil," dedi.
Savaş yaralarıyla kaplı, kirli parmaklarına sıkıştırdığı kalemiyle, alıştırmanın bir örneğini Eugene’ın sayfasına sert bir şekilde karaladı.
Hayat çizgisi, dilin güzel ve gelişen yapısı, arkadaşının kaleminden süzüldü ve tüm öğretilerin başaramadığı bir şeyi başardı: Eugene’ın içinde sıkışıp kalmış düğümü çözdü. O an, tereddütsüz bir açıklıkla, kalemi kavradı ve kelimeleri, arkadaşının yazdıklarından daha düzgün ve güzel harflerle kopyaladı. Boğazında bir çığlık büyürken, hızla bir sonraki sayfaya geçti, sonra bir sonrakine ve bir sonrakine...
Bir an boyunca birbirlerine o saf hayretle baktılar, çocukların mucizeleri kabul ederken gösterdiği berrak, sorgusuz şaşkınlıkla… Ve bunu bir daha asla konuşmadılar.
"İşte şimdi yazı oldu," dedi Max. Ama aralarındaki gizemi hiç açığa çıkarmadılar.
Eugene, bu ânı yıllar sonra hatırladığında, içindeki kapıların açıldığını, gelgitin yükselişini, kaçışı her zaman hissedebiliyordu. Ama her şey, o gün, ansızın olmuştu.
Hâlâ dünyaya minik bir yaratık gibi yakın, canlı toprağın derisini soluyarak, birçok şey gördü ve onları korkuyla sakladı, çünkü açığa çıkarmanın alay ve cezayla sonuçlanacağını biliyordu.
Baharın bir cumartesisinde, Max Isaacs ile birlikte Central Avenue’daki derin bir çukurun başında durdular. Şehir işçileri, kırılmış bir su borusunu onarıyordu. Çukurun kil duvarları, çocukların başlarından çok daha yüksekteydi; işçilerin toplandığı yerin ardında, toprağın içine açılan geniş bir yarık vardı, sanki karanlık bir yeraltı geçidine açılan bir pencere gibi…
Ve çocuklar tam bakarken, âniden birbirlerine kenetlendiler, çünkü yarığın içinden, devasa bir yılanın yassı başı süzülerek geçti. Arkasından, bir adamın beli kalınlığında, pullarla kaplı bir gövde uzandı. Canavar, kesintisiz bir hareketle toprağın derinliklerine doğru süzüldü ve çalışmaya devam eden, hiçbir şeyin farkında olmayan adamların arkasında gözden kayboldu.
Korkuyla titreyerek uzaklaştılar, o an ve sonrasında bu olay hakkında alçak seslerle konuştular, ama asla kimseye anlatmadılar.
Artık okul ritüeline kolayca ayak uyduruyordu. Her sabah kardeşleriyle birlikte kahvaltısını aceleyle boğazına tıkıyor, kaynar kahveyi büyük yudumlarla içiyor ve son çanın uğursuz uyarısı duyulduğunda, elinde sıcak bir kâğıt torba içinde, yiyeceğiyle evden fırlıyordu… Kardeşlerinin peşinden hızla koşturuyor, heyecandan boğazında atan kalbini hissediyor ve Central Avenue tepesinin eteklerindeki çukura daldığında, çanın uykusuna dalan son yankıları içinde kaybolurken, sinirden güçsüz düşüyordu.
Ben, şeytani bir gülümsemeyle kaşlarını çatarak, avucunu Eugene’ın sırtına yapıştırıyor ve onu çığlıklar atarak, ancak arkasındaki kuvvetli itişe karşı koyamayarak tepeye doğru sürüklüyordu.
Soluk soluğa kalmış sesiyle sabah şarkısını söylemeye çalışıyor, dörde bölünmüş sınıfın aralıklı olarak söylediği şarkının son dizelerine yetişmeye çabalıyordu:
"– Neşeyle, neşeyle, neşeyle, neşeyle,
Hayat bir rüyadan ibaret."
Yahut soğuk sonbahar sabahlarında:
"Uyanın, lordlar ve zarif hanımlar,
Dağların tepesinde şafak söküyor."
Veyahut Batı Rüzgarı ile Güney Rüzgarı’nın Yarışı… Veya Değirmencinin Şarkısı:
"Ben kimseyi kıskanmam, hayır asla,
Ve kimse de beni kıskanmaz."
Hızlı ve kolay okuyordu; kelimeleri doğru heceliyordu. Matematikte de başarılıydı. Ama resim dersinden nefret ediyordu, her ne kadar boya kutuları ve pastel kalemler onu büyülese de… Bazen sınıfça ormana gider, yanlarında çiçek ve yaprak örnekleriyle dönerlerdi, ısırılmış gibi kızarmış parlak akçaağaç yaprakları, kahverengi çam kozalakları, kuru meşe yaprakları... Bunları boyarlardı. Bazen baharda bir dal kiraz çiçeği veya bir lale…
Eugene, ona ilk öğreten tombul kadının otoritesine karşı derin bir saygıyla otururdu. Onun gözünde sıradan yahut aşağılık bir şey yapmaktan dehşetle korkuyordu.
Sınıf ise sürekli kıpırdanıyor, küçük erkekler ya yeni işkence yöntemleri buluyor yahut kızların defterlerine müstehcen karalamalar yapıyorlardı. Daha tembel ve yaramaz olanlar ise her fırsatta sınıftan kaçmanın yollarını arıyordu:
"Öğretmenim, izin alabilir miyim?"
Sonra da lavaboya gidip, kıkırdayarak ve oyalanarak vakit geçiriyorlardı.
Ona asla söyleyemezdi, çünkü doğanın utancını ona açıklamak zorunda kalırdı.
Bir keresinde, ölümcül bir hastalık içinde kıvranırken, sessiz ve dili tutulmuş bir mide bulantısıyla kilitlenmişti. Sonunda, ellerini bir kâse gibi kapatarak kusmuştu.
Teneffüs saatlerinden korkuyor, oyun alanındaki kargaşanın ve kalabalığın içinde ezilip kaybolmaktan çekiniyordu. Ama gururu, onun bir köşeye sinip saklanmasına izin vermiyordu. Eliza, saçlarını uzatmasına izin vermişti; her sabah parmağına dolayarak sıkı Fauntleroy bukleleri yapıyordu. Eugene’ın çektiği acı ve aşağılanma korkunçtu, ama Eliza bunu anlamıyor veya anlamak istemiyordu. Dudaklarını büzerek düşünceli ve inatçı bir şekilde, saçlarını kestirmesi yönündeki her yalvarışı geri çeviriyordu.
Ben, Grover ve Luke’un kesilmiş buklelerini küçük kutularda saklıyordu; bazen Eugene’ın saçlarına bakarken ağlıyordu. Onlar, onun için Eugene’ın bebekliğinin bir sembolüydü ve ayrılıkları keskin bir biçimde hisseden o kederli yüreği, bu son bağdan da vazgeçmeye direniyordu.
Saçları, Harry Tarkinton’ın bitlerinin muhteşem bir kolonisine dönüştüğünde bile kesmedi. Her gün, sabah ve akşam, Eugene’ı bacaklarının arasına sıkıştırıyor ve ince dişli bir tarakla saç derisini kazıyordu.
Eugene’ın titreyerek, tutkulu bir öfkeyle yalvarışlarına, Eliza, himayeci bir alaycılıkla gülümsüyor, boğazından hafif bir mırıltı çıkarıyor ve şunu söylüyordu:
"Ama bak sen! Daha büyüyemezsin. Sen benim bebeğimsin."
Âniden, annesinin yumuşak ama boyun eğmez inadı karşısında çaresiz kaldığında ki o, ancak durmaksızın ve delirtici bir şekilde dürtüldüğünde harekete geçerdi, Eugene, çığlıklar atarak, öfkesinden deliye dönerdi ve Gant’ın neden çıldırdığını nihâyet anlardı.
Okulda, çaresiz ve avlanan küçük bir hayvandı. Çocuk sürüsü, içgüdüsel bir kesinlikle hemen onun bir yabancı olduğunu fark etti ve avına acımasızca saldırdı.
Öğle teneffüsü geldiğinde Eugene, büyük ve yağ lekeleriyle kaplanmış torbasına sıkı sıkıya sarılmış, oyun alanına doğru koşardı, peşinde uluyan bir çete… Liderler, yaşça büyük, akılca eksik iki üç serseriydi. Ona iyilik dolu bir alaycılıkla yaklaşarak, ellerini uzatıp yalvaran bir tonla,
"Beni tanıyorsun. Beni tanıyorsun," diyorlardı.
O ise, oyun alanının en uzak köşesine doğru deli gibi koşarken, çantasını açıyor ve içindeki büyük sandviçlerden birini onlara fırlatıyordu. Bir an için duraklıyor, yere düşen sandviçin sahibi olmak için birbirlerine saldırıyorlardı. Ama sadece bir an. Sonra, aynı vahşi açgözlülükle tekrar ona yöneliyor, onu okulun bahçe çitine sıkıştırıyor ve ellerini uzatarak, aç bir sürü gibi yalvarıyorlardı.
Elinde ne varsa veriyordu; bazen bir öfke patlamasıyla, açgözlü bir elin tuttuğu sandviçi ikiye ayırıyor ve kalan yarısını hırsla yutuyordu. Nihâyet, verecek bir şeyi kalmadığında, onu bırakıp dağılıyorlardı.
Noel’in büyük hayali Eugene’ı hâlâ derin bir bağlılıkla sarıyordu. Gant onun yorulmaz yoldaşıydı; geç sonbahar ve kış akşamlarında, Eugene bitmek bilmeyen dilek listelerini Santa Claus’a yazıyor, en çok istediği hediyeleri sıralıyordu. Yazdığı her dilekçeyi, tam bir güvenle, alevler içinde uğuldayan şömineye bırakıyordu. Kâğıt elinden ateşe süzülüp yanarak kül olduğunda ve rüzgârın ulumasıyla hayalet gibi savrulup gittiğinde, Gant onu pencereye sürüklüyor, fırtınalı kuzey gökyüzünü işaret ederek, "İşte gidiyor! Görüyor musun?" diyordu.
Ve o gerçekten görüyordu. Dileğinin, güçlü rüzgârların kanatlarında kuzeye, buzlarla kaplı tuhaf oyuncak çatılarının altına, donmuş neşeli Cinler Diyarı’na taşındığını görüyordu. Orada, gümüşten yapılmış minicik örslerin çınlayan seslerini, neşeli ufak adamların göğüslerinden kopan derin kahkahaları, gökyüzüne dizili ren geyiklerinin tiz kişnemelerini işitiyordu. Gant da aynı şeyleri görüp duyuyordu.
Noel sabahında, rengârenk oyuncaklarla cömertçe ödüllendirilirdi ve içinde, "işe yarar" hediyeleri savunan herkese karşı sessiz ama yoğun bir nefret vardı. Gant ona kamyonlar, kızaklar, davullar, borazanlar aldı ama en önemlisi, küçük bir itfaiye merdivenli kamyondu… Bu oyuncak, mahallenin hem hayranlık uyandıran mucizesi hem de zamanla başına bela olan bir lanetti.
Boş zamanlarının çoğunu, aylar boyunca, Harry Tarkinton ve Max Isaacs ile bodrumda geçirdi. Merdivenleri, kamyonun üzerine gerili tellere bağladılar; böylece, hafif bir dokunuşla kusursuz bir yığın hâlinde düşebiliyorlardı. Gerçek birer itfaiyeci gibi, istasyonlarında uyuyormuş gibi davranıyor, biri alarm zilini taklit ederek bağırdığı anda harekete geçiyorlardı.
Sonra, tüm mantığı bir kenara bırakarak, Harry ve Max bir koşum takımı gibi koştururken, Eugene sürücü koltuğuna oturuyor, hep birlikte dar kapıdan fırlayarak mahallede bir komşunun evine tehlikeli bir hızla dalıyorlardı. Merdivenleri hızla yukarı kaldırıyor, pencereleri açıyor, içeri giriyor, hayali alevleri söndürüyorlardı. Ve bunu yaparken, içerideki ev sahibinin çığlıklarla haykırdığı şikâyetleri tamamen duymazdan geliyorlardı.
Aylarca sadece bu hayalin içinde yaşadılar, hareketlerini kasabanın gerçek itfaiyecilerine ve özellikle yardımcısı olduğu için gururla dolaşan Jannadeau’ya göre modellediler. Jannadeau’yu, bir alarm sesi duyulduğunda, Gant’ın, dükkânındaki masasının üzerine parçalanmış bir saat saçarak deliler gibi pencereden fırlarken görmüşlerdi; onun kasabanın meydanına hızla giren büyük itfaiye kamyonunun yanında, tam zamanında görev başına yetişmesini hayranlıkla izlemişlerdi.
Kasabanın itfaiyecileri, seyreden halkı büyülemek için en cesur gösterileri sahnelemeyi seviyorlardı. Muhteşem miğferleriyle, hızla ilerleyen kamyonlardan akrobatik pozisyonlarda sarkıyor, biri diğerini boşlukta tutuyor, bir başkası hızla hareket eden aracın korkuluklarına atlamak için hayatını riske atıyordu. O rüya gibi anlardan birinde, üçgen şeklinde havada asılı duruyor, devinim içinde donmuş bir heykel gibi, kasabanın omurgasına tatlı bir ürperti yayıyorlardı.
Ve geceleri, çan sesleri boğuk rüzgârların arasından yırtılıp yükseldiğinde, içindeki şeytan kalbine hücum ediyor, onu dünyaya bağlayan tüm bağları koparıyor, ona denizler ve topraklar üzerinde tek başına egemenlik vaat ediyordu. Karanlığın sakini olacağını fısıldıyordu. Eugene, dönen bir disk gibi altındaki karanlık ormanlara ve tarlalara yukarıdan bakıyor, şarkı söyleyen çam ağaçlarının üzerinden eğilerek kasabaya süzülüyor, alev alan damların üzerine fırlattığı ateş parçalarıyla bir kasırga gibi iniyordu. Çılgınca bir kahkaha ile yanan evlerin üzerine eğiliyor, şeytani sesiyle mermiler gibi yağan rüzgârı çağırıyordu.
Yahut fırtına ve karanlık üzerinde mutlak bir hak iddia ederek, büyünün en kara güçlerini emrine alıp, hortlak yüzüyle yağmurun dövdüğü bir pencerenin ardından içeri bakıyordu, korunaklı, bir araya toplanmış hayatlara anlık ve tarifsiz bir dehşet bırakıyordu. Veyahut yalnızca bir insandı belki, ama kalbinde ölümcül, şeytani bir sarhoşluk taşıyordu. Fırtına tarafından kamçılanan ıssız bir evin duvarına yaslanıyor, eğik bir açıdan pencerenin ardındaki bir kadına veya düşmanına bakıyordu. Ve tam da zafer kazanmış bir yalnızlıkla, karanlığın her şeyi gören gözüyle sevinirken, omzunda bir dokunuş hissediyordu. Döndüğünde, avcının avlandığını, takipçinin takip edildiğini fark ediyor ve çürümüş, yeşilimtırak cehennem suratlı bir ölümle göz göze geliyordu.
Evet… Ve gecenin titreyen karanlığında, sallanan evlerin içinde, yataklara gömülü kadınlar vardı, soluk ışık huzmelerinin altında parlayan bedenler… O, dünyayı aşıp geliyordu, zevkin kokulu sütunları arasında ilerliyordu. Kadın bedenlerinin büyük sırrı içinde karanlıkta el yordamıyla dolaşıyordu. Okulda ona arzunun yolunu gösterecek rehberler bulmuştu, Doubleday'in yüzü kıllı serserileri… Bu serseriler, daha küçük, daha narin çocukların yüreğine korku ve hayranlık salıyorlardı, çünkü Doubleday, geceleri sokaklarda pusuda bekleyen, Cadılar Bayramı’nda taş savaşıyla diğer çetelerin kafalarını kıran, kasabada büyümüş dağ adamlarının mekânıydı.
Orada Otto Krause adında bir çocuk vardı, peynir burunlu, yüzü kıllarla kaplı, alın çizgisi dar, bacakları ince ve çevik, sesi boğuk ve budalaca kahkahalar atan bir Alman çocuğu. O, Eugene’a haz bahçelerini gösterdi. Ve Bessie Barnes adında bir kız vardı, simsiyah saçlı, uzun boylu, cüretkâr vücutlu, on üç yaşında bir kız… O da bir model olarak hizmet ediyordu. Otto Krause on dört yaşındaydı, Eugene ise sekiz. Üçüncü sınıfta aynı sıradaydılar.
Alman çocuk, Eugene’ın yanına oturuyor, kitaplarına müstehcen çizimler karalıyordu. Gizlice yazdığı, aceleyle karalanmış ahlaksız notları sıraların arasından Bessie’ye iletiyordu.
Ve su perisi, arsız bir yüz ifadesiyle yanıt veriyor, biçimli ve yukarı kalkmış kalçasına alaycı bir tokat indiriyordu, Otto'nun bir vaat kadar kesin saydığı ve onu boğuk, hırıltılı kıkırdamalara boğan bir hareket…
Bessie, zihninde yürüyordu.
Okulda, gizlice yakaladıkları anlarda, Otto ile birlikte coğrafya kitaplarına müstehcen çizimler yaparak birbirlerini eğlendiriyorlardı, tropik yerlilerin figürlerine sarkmış göğüsler ve devasa organlar ekliyorlardı. Küçük kâğıtlara öğretmenler ve müdür hakkında ahlaksız dizeler yazıyorlardı.
Öğretmenleri, zayıf, kırmızı yüzlü, sert bakışlı, bekâr bir kadındı; Eugene, onu her zaman asker ve tılsım masalındaki dev köpeklerin gözleri gibi düşünüyordu, tabağa benzeyen gözler, değirmen kanatları, ay ışığı… Adı Miss Groody idi ve Otto, küçük oğlanların budalaca arsızlığıyla şu dizeleri karalamıştı:
"Yaşlı Miss Groody,
İşi bilir çok iyi."
Eugene ise hedefini okul müdürüne yöneltti: şık giyimli, tombul, yumuşak yüzlü genç bir adamdı. Adı Armstrong'du ve her zaman ceketinde bir karanfil taşırdı. Haşlama cezası verdikten sonra, suçlu çocuğu azarlamış, dayağını atmış gibi bir edayla, çiçeğini narin parmaklarıyla tutar, hassas burun delikleriyle derin bir nefes alır ve gözlerini hafifçe kapardı.
Ve Eugene, üretmenin verdiği o ilk coşkuyla, Armstrong’un soyuyla, Miss Groody ile ilişkisiyle ve genel olarak ahlaksızlığıyla ilgili düzinelerce alaycı şiir yazdı.
Artık büsbütün saplantılıydı; tüm gününü, her biri tek bir temanın arsızca varyasyonları olan bu şiirleri yazmaya harcıyordu. Ama onları yok etmeye kıyamıyordu. Masasının içi, buruşturulmuş küçük kâğıt toplarıyla doluydu.
Sonunda bir gün, coğrafya dersi sırasında, öğretmeni onu yakaladı. Kadın, gözleri alev gibi parlayarak ona doğru ilerlediğinde, Eugene’ın kemikleri lastiğe dönüştü. Kadın, kitabının arasına gizlediği kâğıdı hızla çekip aldı.
Teneffüste masasını boşalttı, bütün notları okudu ve sessiz ama ürkütücü bir ifadeyle, ders bitiminde müdürü görmesini söyledi.
"Bu ne anlama geliyor? Ne yapacaklar dersin?" diye fısıldadı, boğazı kuruyarak Otto Krause’a.
"Ooo, şimdi yandın!" dedi Otto, boğuk bir kahkahayla.
Sınıftaki diğer çocuklar onu sinsice alaya aldılar, göz göze geldiklerinde kıçlarını ovuşturdular ve acı dolu yüzler yaptılar.
Midesine kadar işleyen derin bir bulantı hissetti. Fiziksel aşağılanmaya karşı duyduğu tiksinti, korkudan değil, ama asla iyileşmeyecek bir tür derin nefretle doluydu. Sınıf arkadaşlarının küstah, umursamaz ruhlarını kıskanıyordu ama asla taklit edemiyordu. Onlar, dayağın etkisini hafifletmek için yüksek sesle ulur, on dakika sonra hiçbir şey olmamış gibi hareket ederlerdi.
Ama Eugene, çiçek taşıyan o şişman adam tarafından dövülmeye dayanamayacağını düşünüyordu. Saat üçte, yüzü kireç gibi bembeyaz, müdürün odasına gitti.
Armstrong, gözlerini kısıp dudaklarını ince bir çizgiye dönüştürerek, elindeki kamışı havada şaklattı. Eugene içeri girerken, arkasında, masasının üzerinde özenle düzeltilmiş ve suç kanıtı gibi üst üste yığılmış alaycı şiirler duruyordu.
"Bunları sen mi yazdın?" diye sordu, gözlerini kısarak, Eugene’ı korkutmayı amaçlayan bir ifadeyle.
"Evet," dedi Eugene.
Müdür, kamışını tekrar havada şaklattı. Daisy'yi birkaç kez ziyaret etmiş, Gant’ın bereketli sofrasında yemek yemişti. Bütün bunları çok iyi hatırlıyordu.
"Sana ne yaptım ki böyle hissetmene sebep oldum, evladım?" dedi, âniden yumuşayan, sahte bir büyüklükle.
"H-h-hiçbir şey," dedi Eugene, neredeyse duyulmayacak bir sesle.
"Bunu bir daha yapacağını düşünüyor musun?" diye sordu, tekrar tehditkâr bir havaya bürünerek.
"H-hayır, efendim," dedi Eugene, hayalet gibi bir sesle.
"Pekâlâ," dedi Tanrı edasıyla, kamışını dramatik bir hareketle bir kenara fırlatarak. "Gidebilirsin."
Ancak oyun alanına çıktığında, bacakları tekrar kendini buldu, hafifleyerek ilerledi.
Fakat ah, o cesur sonbahar ve söyledikleri şarkılar; hasat zamanı, bir yaprağın boyanışı; "Bugün yarım gün tatil," ve "Gökyüzünde, çok yüksekte," dedikleri anlar; tren şarkısındaki gibi "istasyonlar ıslık çalarak yanımdan geçiyor"; o hafif iç çekişleriyle dolu günler, arzunun açılan kapıları, puslu güneş, düşen ölü yaprakların usul tıpırtısı...
"Her küçük kar tanesi, diğerlerinden tamamen farklı bir şekildedir."
"Aman Tanrım! Hepsi mi Miss Pratt?"
"Evet, evlat. Doğa asla kendini tekrar etmez."
"Vay be!"
Ben’in sakalı çıkıyordu; tıraş olmuştu. Eugene’ı deri kanepenin üzerine fırlatıyor, saatlerce onunla oynuyor, sert sakallarını küçük kardeşinin yumuşak yüzüne sürtüyordu. Eugene çığlık çığlığa kahkahalar atıyordu.
"Bunu yapabildiğinde, adam olmuşsun demektir," dedi Ben.
Ve ince, fısıltıya yakın, hayaletimsi sesiyle yavaşça mırıldandı:
"Ağaçkakan geldi, okulun kapısını gagalamaya başladı,
Gagası ağrıyıncaya kadar gagaladı.
Ağaçkakan geldi, okulun çanını gagalamaya başladı,
Gagası iyileşinceye kadar gagaladı."
Güldüler, Eugene boğazını titreten gür bir kahkahayla, Ben ise sessiz, içe dönük bir kıkırdamayla.
Ben’in gözleri puslu, grimsi bir renkteydi, cildi solgun ve pürüzlüydü. Kafası düzgün bir şekle sahipti; alnı yüksek ve kemikliydi. Saçları sık ve akçaağaç rengindeydi. Sürekli çatık duran kaşlarının altındaki yüzü, aşağıya doğru daralarak bir noktaya ulaşıyordu. Aşırı hassas dudakları kısa, içe dönük, bir bıçak yüzeyindeki ışığın bir anlık parlaması gibi gelip geçen bir gülümsemeyle hareketleniyordu.
Ve her zaman bir okşayış yerine bir şaplak atıyordu, içinde gurur ve derin bir şefkat taşıyordu.
DOKUZUNCU BÖLÜM
Evet, ve o ay geldiğinde, Proserpine yeryüzüne geri döndüğünde, Ceres’in ölü kalbi yeniden alevlendiğinde; bütün ormanlar yumuşak, puslu bir buğuya büründüğünde; tomurcuklanan bir yapraktan büyük olmayan kuşlar şarkı söyleyen ağaçların arasında hızla uçuştuğunda; sokaklarda süngersi bir hâle gelen katran kokular yükseldiğinde; oğlan çocukları bu katrandan küçük toplar yapıp dillerinin ucunda yuvarladığında, ceplerini misketler ve topaçlarla doldurduğunda...
Ve geceleri göğü delen, sağır edici bir gök gürültüsü yankılandığında, milyonlarca ayakla inen yağmur toprağı ağır ve doygun bir hâle getirdiğinde, sabahın ilk ışığında gökyüzüne bakan biri, dağınık, yırtılmış bulut kümeleriyle parçalanmış o fırtına manzarasını gördüğünde...
Ve dağ çocuğu, çit ören akrabalarına su taşırken, rüzgâr otların arasından yılan gibi süzülüp geçerken, vadinin derinliklerinden gelen uzun bir düdük sesini ve uzaktan çınlayan bir çanı duyduğunda…
Ve dağların büyük mavi kâsesi ona daha yakın, daha ulaşılabilir göründüğünde, içindeki tarifsiz vaat, mırıldanan belirsiz bir söz, yüreğine saplanan keskin bir bıçak gibi ilkbaharın ruhuna işlediğinde...
Ve hayat, eskimiş, paslı kabuğunu döküp yeni baştan canlandığında; toprak, tükenmez bir güçle yeniden kabarıp taştığında; bir adamın yüreğinin kadehi, zamanın ötesinde bir beklenti, dile gelmez bir vaat, tanımlanamaz bir arzuyla dolup taştığında...
Ve boğazında düğümlenen o bilinmez his, gözlerini ansızın kör eden ışık, ve toprağın derinlerinden yükselen solgun, ama yürekli boru sesleri...
Küçük kızlar, saç örgüleriyle, itaatkâr adımlarla okula doğru ilerler. Ama genç tanrılar oyalanır; onlar, flütün, kamıştan çalınan melodinin, süngerimsi ormanda yankılanan keçi toynaklarının sesini duyarlar, şuradan, buradan, her yerden.
Durur, dinler fakat asıl beklediklerinde en hızlıdırlar; belirsizce yürüyüp değişmez evlerine varmaya çalışırlar. Çünkü yeryüzü eski söylentilerle doludur ve yollarını bulamazlar. Tanrıların hepsi yollarını kaybetmiştir.
Bu çocuklar, sahip oldukları küçük dünyayı barbarlara karşı koruyorlardı. Eugene, Max ve Harry, mahallelerinde hüküm sürüyordu; onları eğlendiren siyahilerle ve Yahudilerle savaşıyor, ama asıl nefret ve küçümsemeyle dolu oldukları Pigtail Alley halkına karşı acımasızca cephe alıyorlardı.
Kedi gibi gecenin vaatkâr karanlığında sessizce dolaşıyor, bazen köşe lambasının gazla titreyen, arada bir cızırdayarak yanıp sönen ışığında bir duvarın üzerine oturuyorlardı.
Yahut Gant’ın bahçesinin sık çalılarının arasına çömelerek, gece evlerine dönen romantik siyahi çiftleri bekliyorlardı. Kurdukları ipi, kurbanları tam önlerine geldiklerinde hızla çekiyor ve yılan gibi görünen siyah bir çorap kuklasını önlerine atıyorlardı. Karanlık, çığlıklarla yankılanıyor; kocaman, komik sesler titreyerek duraksıyor, sonra dehşetle bağırıyordu.
Bazen de, pazara giden siyahi çocukları, bisikletleriyle dar sokaklara zarifçe süzülürken taşlıyorlardı. Fakat onlara gerçekten nefret beslemiyorlardı; çünkü palyaçolar siyahtı. Onlara nazikçe şaplak atmayı, neşeyle küfretmeyi, büyük bir lütuf gibi yemek vermeyi öğrenmişlerdi. İnsanlar sâdık ve kuyruk sallayan bir köpeğe iyi davranırlar fakat o köpek iki ayak üzerinde yürümemelidir. Siyahilere asla boyun eğmemeleri gerektiğini biliyorlardı, ayrıca bir tartışmayı en iyi şekilde bastırmanın yolu bir sopayla veya kırılmış bir kafayla mümkün oluyordu. Sadece, bir siyahinin kafasını kırmanın mümkün olmadığını keşf etmişlerdi.
Yahudilere neşeyle tükürüyordu bu çocuklar. “Bir Yahudi’yi suda boğ, bir siyahiyi vur.”
Yahudileri takip ediyor, onların peşinden "Goose Grease! Goose Grease!" diye bağırarak evlerine kadar kovalıyorlardı, çünkü onların inancına göre Yahudiler neredeyse sadece kaz yağıyla besleniyorlardı. Veya çocukların anlamını bilmedikleri, belki kulaktan dolma, belki de tamamen uydurulmuş bir hakaret olan "Veeshamadye! Veeshamadye!" diye bağırarak zavallı kurbanlarının peşinden koşuyorlardı. İçlerinden hiçbiri bunun ne anlama geldiğini bilmiyordu ama Yahudilere karşı söylenebilecek en korkunç hakaretlerden biri olduğuna emindiler.
Eugene, Yahudi karşıtı saldırılarla özel olarak ilgilenmiyordu, ama Max için bu durum bir saplantıydı. İşkencelerinin en büyük hedefi, yüzü daima tedirgin bir ifadeyle dolaşan küçük bir oğlandı: Isaac Lipinski. Onu gördükleri anda saldırıya geçiyor, dar sokaklara, çitlerin üzerinden, bahçelere, ahırlara, samanlıklara ve en sonunda kendi evine kadar kovalıyorlardı.
Ama Isaac, olağanüstü bir hız ve çeviklikle hareket ediyordu. Kaçışları neredeyse fantastik bir hâl alıyordu; bir an için yok oluyor, sonra bir köşede belirip onlara meydan okuyordu. Kaşlarını kaldırarak dilini çıkarıyor, parmaklarını burnuna dayayarak onlarla alay ediyor ve yüzüne yerleşen o kocaman, alaycı Yahudi gülümsemesiyle sürekli onları kızdırıyordu.
Veya kedivâri bir sinsilikle gecenin karanlığına gömülüp, mahalledeki pus içinde sürüklenerek bir Yahudi evinin altında sessizce kümeleniyorlardı. Kadınların boğuk aksanlı konuşmaları, coşkulu ve zengin ses tonları kulaklarına ulaştığında, alaycı bir kıkırdama içinde birbirlerine sokuluyorlardı. Ama en çok, neredeyse her gece Yahudi duvarlarını sarsan histerik kavgalar onları gülmekten yerlere yatırıyordu.
Bir defasında, kahkahalarla çığlık atarak, bir Yahudi gencin kayınpederiyle sokaklarda süren kaçmalı, yumruklaşmalı kavgasını takip etmişlerdi; biri kaçıyor, diğeri kovalıyordu, sonra roller değişiyordu. Ve Louis Greenberg adında, üniversiteden dönen solgun bir Yahudi gencinin karbolik asit içerek kendini öldürdüğü gün, kasvetli ağıtlar yükselen loş evin önünde toplanmışlardı. Tam o sırada, Louis’in babası, paslı ve yağlı siyah kıyafetler içinde, başında eski ve yıpranmış bir melon şapkayla, yokuş yukarı evine doğru koşarak geldi. Ellerini havada çılgınca sallıyor, ritmik bir iniltiyle ağıt yakıyordu:
"Oi yoi yoi yoi yoi,
Oi yoi yoi yoi yoi,
Oi yoi yoi yoi yoi."
Çocuklar, âni bir neşeyle sarsıldılar.
Ama Pigtail Alley’in beyaz saçlı çocuklarına duydukları nefret, Yahudilere karşı besledikleri alaycı düşmanlıktan çok daha acımasız, saf ve katışıksız bir nefretti. Hiçbir hoşgörü kırıntısı taşımayan, yabancılaştırıcı bir kinle doluydular.
Pigtail Alley, Woodson Caddesi’nin alt ucundan aşağı doğru kıvrılarak çamurlu bir yarık gibi inen, nihâyetinde pis bir bataklığın yeşil köpüklü kokusunda kaybolan bir yoldu. Bu iğrenç patikanın bir tarafında, beyaza boyanmış eski püskü barakalar düzensiz bir hat oluşturuyordu. Burada, neredeyse tamamı beyaz saçlı olan yoksul beyaz ailelerin çocukları yaşıyordu. Kemikleri çıkık, burunlarına enfiye bulaşmış kadınlar ve tütün çiğneyen, ağızları sarkmış adamlar, kaba tahtadan yapılmış geniş verandalarında, güneşin yakıcı kokusu altında aptalca yayılıyorlardı.
Geceleri, karanlık içlerinde soluk sarı bir lamba, titrek bir ışık saçıyordu. İçeride kızartılan yemeklerin ve kirli bedenlerin keskin kokusu duyuluyordu. Çığlık atan, boğuk sesli cadaloz kadınlar, sarhoş bir dağ adamının manik homurtuları, küfürler, tehditler yankılanıyordu. Bazen keskin bir çığlık ve ardından bir küfür yükseliyordu.
Bir defasında, kiraz mevsiminde, Gant’ın büyük White Wax ağacı meyvelerle dolup taşarken, mahalledeki çocuklar, Yahudi ve Hristiyan fark etmeksizin, Luke’un kaptanlığı altında ağacın dallarına tırmanmışlardı. Kaptıkları her dört tane kirazın birini kendilerine ayırarak topluyorlardı. O sırada, Pigtail Alley’den bir beyaz saçlı çocuk bahçeye tereddütle, üzgün bir ifadeyle yaklaştı.
"Tamam, evlat," dedi Luke, on beş yaşının verdiği kendinden emin ve sıcak bir sesle. "Bir sepet al ve yukarı gel."
İnce, spiral bir koldan, ağacın en tepesine kadar tırmanmıştı; hafifliğinin, ağacın esnek gücünün ve bahçedeki o muhteşem sabah seremonisinin coşkusunu hissediyordu. Pigtail Alley’nin çocuğu, sepetini inanılmaz bir hızla doldurdu, çevik bir hareketle yere süzüldü ve topladığı kirazları biriken tepsiye boşalttı. O an birden, zayıf ve sıska annesi bir ok gibi bahçeye fırladı.
"Reese! Ne halt ediyorsun burada?" diye tiz bir sesle bağırdı. Çocuğu sertçe yere çekti ve ince bir dal parçasıyla bacaklarına şaklattı.
Reese acıyla çığlık attı.
"Evine git!" diye emretti kadın, onu bir kez daha kırbaçlayarak.
Çocuğu ardı ardına fırçalayıp, yer yer şiddetle vurarak evine doğru sürdü. Reese, gurur ve aşağılanmayla, geri çekilişini yavaşlattığında, inatla yerinde durmaya çalıştığında veya acıdan kıvranarak tekrar haykırdığında, ince dal bir kez daha şakladı, onu kısa bacaklarıyla birkaç adım daha ileri sıçratmaya zorladı.
Ağacın dallarında oturan çocuklar kıkırdadılar. Ama Eugene, o sert, açlıktan gerilmiş kadının yüzündeki acıyı, gözlerindeki yakıcı öfkeyle yoğrulmuş çaresiz merhameti gördü ve içinde bir şeyin tüm keskinliğiyle bir apse gibi yarılarak açıldığını hissetti.
Bir gün, bir başka Pigtail Alley çocuğunu köşeye kıstırmışlardı; çocuk yavaşça, korkuyla ve içerlemiş bir öfkeyle, pis kokulu bir duvara doğru sırtını dayamıştı. Tam o sırada, Max Isaacs’ın küçük kardeşi Willie, parmağıyla gülerek çocuğu işaret etti ve alaycı bir kahkahayla,
"Annesi çamaşır yıkıyor!" dedi.
Sonra, mizahın keskin bir darbesiyle iki büklüm olurcasına gülerek ekledi:
"Hem de yaşlı bir zenci için çamaşır yıkıyor!"
Harry Tarkinton boğuk bir kahkaha attı. Eugene bir anda dönüp uzaklara baktı, boynunu istemsizce gerdi, ayağını hızla yerden kaldırdı.
Ve sonra, âniden patlayan, kontrolsüz bir öfkeyle, yüzlerinde yankılanan bir çığlıkla bağırdı:
"Değil! O öyle değil!"
Harry Tarkinton’un ailesi İngilizdi. Eugene’den üç veya dört yaş büyüktü; hantal, ağır, kaslı bir çocuktu ve her zaman babasının boyaları ve yağlarının kokusunu taşıyordu. Sert yüz hatları vardı, etli çenesi hafifçe aşağıya doğru eğimliydi, burnunun ve ağzının etrafında kalın, katarral bir ifade hâkimdi. O, hayallerin yok edicisiydi; sefaletin ve ahlaksızlığın fikir babasıydı.
Bir akşamüstü, Gant’ın bahçesinin serin ve sık çimenleri üzerinde sırt üstü uzanmış konuşurken, Noel büyüsünü Eugene’ın dünyasında sonsuza dek parçaladı. Ama onun yerine, boyanın keskin kokusunu, gaz gibi geniz yakan çürümüş pis bir kokuyu, süslenmemiş, küfürlü, hayal gücünden yoksun bir bayağı tutkuyu getirdi.
Fakat Eugene, onun ahır kokulu, boğucu ihtirasına ayak uyduramıyordu. Güçlü, tavuk kümesini andıran koku, Tarkinton’ın her yere sinmiş boya ve tiner kokusu, bahçedeki pislik içindeki mezbeleliğin altından sızan o ağır, çürümüş su kokusu onu durduruyordu.
Bir gün, ıssız bir öğleden sonra, Eugene ve Harry, Gant’ın evinin terk edilmiş üst katında hazine avına çıkmış gibi dolaşırlarken, yarısı dolu bir saç losyonu şişesi buldular.
"Göbeğinde hiç kıl var mı?" diye sordu Harry.
Eugene boğuk bir ses çıkardı; utangaç bir hâlde tüylü olduğunu îma etti, sonra itiraf etti. Düğmelerini çözdüler, yağlı elleriyle karınlarını sıvadılar ve büyülü bir sabırla günlerce altın postu beklediler.
"Kıl, seni adam eder," dedi Harry.
Baharın derinleşmesiyle birlikte, Eugene giderek daha sık Gant’ın Çarşı’daki dükkânına gitmeye başladı. Oradaki sahneye âşıktı: parlak güneşin tepedeki serinliği, çeşmeden savrulan ince su zerrecikleri, kıştan çıkmış geveze itfaiyeciler, babasının ahşap basamaklarına tembelce yayılan araba sürücüleri, kamçılarını ustalıkla kaldırımlara şaklatan, şakalaşırken ağır hareketlerle güreşen adamlar ve Jannadeau, kirli, sinek pisliğiyle kaplı camının arkasında, gözlük merceğini takarak saatlerin içini büyük bir dikkatle kurcalayan usta.
Ve elbette, Gant’ın tuhaf, yosun kokulu tuğla barakası… Ön odanın büyük tozlu iç mekânı, taşlarla doluydu: Gürcistan’dan gelen küçük, parlak cilalı levhalar, Vermont granitinden yapılmış kaba, çirkin kütleler, üzerinde bir çömlek, bir melek figürü veya kıvrılmış bir kuzu bulunan mütevazı mezar taşları… Ve en kıymetlisi, İtalya’nın Carrara bölgesinden büyük masraflarla getirtip asla satamadığı ağır, sinek pisliği kaplı melek heykelleri, onlar, Gant’ın kalbinin neşesiydi.
Bir tahta bölmenin arkasında, taş tozuyla kaplanmış çalışma alanı vardı: üzerine yazılar oyduğu kaba ahşap sehpalar, keskiler, matkaplar, tokmaklarla dolu raflar, Eugene’ın saatlerce büyük bir keyifle çalıştırdığı pedallı bir zımpara taşı, üst üste yığılmış kumtaşı kaideler, sıcakla kararmış dökme demir bir soba, rastgele yığılmış kömür ve odunlar…
Çalışma alanı ile malzeme odasının arasında, girişin sol tarafında, Gant’ın ofisi yer alıyordu. Yirmi yıllık tozla kaplı küçük bir odaydı burası: eski moda bir masa, üst üste yığılmış kirli belgeler, deri bir kanepe ve küçük bir masanın üzerinde dağınık hâlde duran yuvarlak ve kare mermer ile granit örnekleri...
Kirli cam, hiç açılmayan pencereden, kamu meydanından eğimli bir biçimde ayrılan küçük pazar alanına bakıyordu. Burada, at arabalarıyla gelen köylü satıcılar ve nakliyeciler yer alıyordu. Daha aşağıda ise birkaç yoksul beyazın oturduğu küçük evler ve Will Pentland’ın depo ve ofisi bulunuyordu.
Eugene babasını genellikle Jannadeau’nun kirli cam vitrininin üzerine tehlikeli bir eğimde yaslanmış veya gıcırdayan küçük çitin hemen önünde bulurdu. Gant, hararetle siyaset, savaş, ölüm ve kıtlık üzerine konuşur; Demokratları lanetler, onların yönetimi altındaki kötü hava, ağır vergiler ve halk mutfaklarının kaçınılmazlığı üzerine nutuk atardı. Aynı zamanda, Theodore Roosevelt’in tüm sözlerini, eylemlerini ve politikalarını büyük bir coşkuyla överdi.
Jannadeau ise, boğuk sesli, ihtiyatlı bir mantıkla yaklaşan, istatistiklere dayanarak tartışan bir adamdı. Şüpheli durumlarda hemen kitaplığına başvururdu: parmaklarıyla kirli sayfalarını hızla çevirdiği, üç yıllık yağlı bir Dünya Almanağı kopyası vardı. Birkaç saniye karıştırdıktan sonra, büyük bir zaferle, "Ah, tam da düşündüğüm gibi! 1905’te Milwaukee’de Demokrat yönetimi altındaki belediye vergileri yüz dolarda sadece 2,25’ti, yıllardır en düşük seviyesindeydi. Anlamadığım şey, toplam gelir bilgisinin neden verilmediği." diyerek Gant’a karşı argümanlarını sıralardı. Tartışma sırasında burnunu kalın, isli parmaklarıyla karıştırır, geniş, sarımsı yüzü derin kırışıklıklarla gevşekçe buruşurken, Gant’ın mantıksızlığına boğuk kahkahalar atardı.
Ama Gant, hiç kesintiye uğramamış gibi konuşmasına devam eder, karşıt argümanları hiç duymamışçasına sözlerini sürdürürdü: "Ve sözümü unutma," derdi, sesini yükselterek, "bunlar tekrar başa gelirse, yine halk mutfaklarında yemek sırasına gireceğiz, bankalar iflas edecek ve bir sonraki kış gelmeden bağırsakların sırtına yapışacak!"
Veya Eugene, babasını çalışma odasında, bir sehpanın üzerinde eğilmiş, ağır ahşap tokmağı büyük bir hassasiyetle kullanarak, keskisini bir yazıtın girift kıvrımları boyunca yönlendirirken bulurdu. Gant asla iş kıyafetleri giymezdi; her zaman ağır, iyi fırçalanmış siyah kumaşlardan dikilmiş kıyafetlerini giyer, yalnızca ceketini çıkarır ve önünü tamamen kaplayan uzun, çizgili bir önlük takardı. Eugene, onu bu hâlde gördüğünde, karşısında sıradan bir zanaatkâr değil de kısa süreliğine usta bir eser çıkarmak için aletlerini kullanan bir büyük usta olduğunu hissederdi.
"Dünyadaki hiç kimse onun kadar iyi yapamaz bunu," diye düşünürdü Eugene ve bir anlığına, babasının çalışmasının, insanların yılları hesaplarken bile yok olup gitmeyeceğini fark ettiğinde, içinde koyu bir ateş yanardı. O büyük iskelet bir gün toza karışıp toprağa gömüldüğünde bile, unutulmuş mezarlıkların sık otlarla sarılmış vahşi kalıntılarında, Gant’ın işlediği harfler var olmaya devam edecekti.
Ve tüm o gelip geçen bakkallar, bira imalatçıları, kumaşçılar üzerine düşünerek derin bir merhamet hissetti, çünkü onların işleri, geride yalnızca unutulmuş bir artık yahut çürümüş bir kumaş bırakıyordu. Veya Max’ın babası gibi tesisatçılar, onların işleri yerin altında paslanıp gidiyordu; veyahut Harry’nin babası gibi ressamlar, onların işleri de mevsimler geçtikçe pul pul dökülüyor, yeni ve daha parlak boyalarla kayboluyordu. Ölümün, unutuluşun, yaşamın, hafızanın ve arzunun çürüyerek, toprağın büyük mezarlığında yok oluşunun dehşeti Eugene’in kalbini kasıp kavurdu. Bir kayanın üzerine adını kazımamış, bir uçuruma izini kazıyamamış, dünyanın en kalıcı nesnelerini arayıp, oraya kendisinden bir simge, bir işaret bırakmamış tüm adamlar için yas tuttu, çünkü sonsuza dek unutulmaktan kaçış yoktu.
Bazen Eugene, babasının dükkânın derinliklerinde, bükülmüş adımlarla gidip geldiğini görürdü. Mermerlerden oluşan koridorların arasında delicesine dolanır, elleri arkada kenetli bir şekilde homurdanır, sesi uğuldayarak yükselip alçalırdı. Eugene genellikle beklerdi. Ve sonunda, babası dükkânın içinde böylece yetmiş-seksen kez gidip geldikten sonra, aniden öfkeli bir çığlıkla ön kapıya atılır, verandaya fırtına gibi çıkar ve taşımacıların üzerine sert bir azarlama yağdırırdı: "Siz, alçakların en alçağı, aşağılıkların en aşağılığısınız! Pis, beş para etmez serseriler! Beni açlığın eşiğine getirdiniz, kapıma gelen azıcık müşteriyi bile korkutup kaçırdınız, boğazımdan bir lokma ekmek geçmesine engel oldunuz. Tanrı şahidim olsun, sizden nefret ediyorum! Kokuşmuş herifler, bir kilometre öteden leş gibi kokuyorsunuz! Düşkün, aşağılık yaratıklar! Ölünün gözlerinden madeni paraları nasıl çalacağınızı bilirsiniz, benimkilerden çaldığınız gibi! Siz korkunç, dehşet verici, kana susamış dağdan inme vahşilersiniz!"
Gant, dükkâna geri döner, kendi kendine homurdanarak içeri dalar, ama neredeyse hemen ardından, yapay bir sakinlik maskesi takınarak tekrar dışarı çıkar ve sonunda bir çığlıkla patlardı: "Şimdi size söylüyorum, bu son uyarım! Eğer sizi bir daha basamaklarımda görürsem, hepiniz hapse gireceksiniz!"
Taşımacılar, utanç içinde kamçılarının ucunu kaldırımlarda anlamsızca şaklatarak arabalarına doğru dağılırdı.
"Vallahi, yaşlı adamın sinirleri iyice bozulmuş bugün," diye fısıldaşırlardı aralarında.
Ama bir saat sonra, ağır vızıldayan sinekler gibi, hiçbir yerden çıkıp gelmişçesine tekrar Gant’ın geniş taş basamaklarına konarlardı.
O, dükkândan meydana adımını attığında, onu neşeli bir samimiyetle karşılarlardı, içinde biraz da alay gizli bir sevgiyle:
"Günaydın, Bay Gant!"
"Günaydın, çocuklar," derdi Gant nazik ve dalgın bir şekilde. Ve uzun, açgözlü adımlarıyla hızla oradan uzaklaşırdı.
Eugene içeri girdiğinde, eğer Gant bir taşın başında çalışıyorsa, sert bir sesle:
"Merhaba, oğlum," der, işine devam ederdi. Ancak mermeri ponza taşı ve suyla cilaladıktan sonra önlüğünü çıkarır, ceketini giyer ve sabırsızlıkla bekleyen oğluna dönerek: "Hadi bakalım, sanırım susamışsındır," derdi.
Sonra meydana çıkar, eczanenin serin loşluğuna doğru yürürlerdi. Oniks parlaklığındaki soda çeşmesinin önünde dururlar, tavanda ağır ağır dönen ahşap pervanelerin altında buz gibi gazlı içecekler içerlerdi. O kadar soğuktu ki, limonata başlarını sızlatır, kremalı soda köpüğünden gelen keskin, keyifli gazlı geğirti, burun deliklerinden hafif bir yanmayla geri dönerdi.
Eugene, cebine iliştirilmiş yirmi beş sentin rahatlığıyla babasından ayrılır, günün geri kalanını Meydan’daki kütüphanede geçirirdi. Artık hızlı ve kolay okuyordu; romantik ve macera dolu romanları açgözlü bir iştahla yutuyordu. Evde, Luke’un raflarına yığılmış beş kuruşluk romanları bitmek bilmez bir açlıkla okurdu.
Genç Vahşi Batı’nın (Young Wild West) haftalık maceralarına dalar, geceleri yatağında, güzel ve iffetli Arietta ile kahramanca ilişkiler düşlerdi. Büyük şehrin suç dünyasında Nick Carter’ı takip eder, Frank Merriwell’in atletik zaferlerini içselleştirir, Fred Fearnot’un başına buyruk cesaretini takdir eder ve 76’nın Özgürlük Çocukları’nın (The Liberty Boys of ’76) nefret edilen Kırmızı Ceketliler üzerindeki bitmek tükenmek bilmeyen zaferleriyle coşardı.
Başlangıçta aşk pek umurunda değildi; onun için asıl önemli olan maddi başarıydı. Çocuk romanlarındaki kadınlar, sadece saçları, ışıldayan gözleri ve kusursuz ama boş erdemleri olan figürlerdi. Kahramanlığın ödülüydüler; bir yumruk veya tek bir kurşunla tam zamanında kurtarılması gereken, ardından şan, şöhret ve bol gelirle birlikte keyifle yaşanacak ödüllerdi.
Kütüphanede, çocuk kitaplarının raflarını adeta yağmalıyordu; bitmek bilmez bir iştahla Alger’lerin sonsuz tekdüzeliği içinde kayboluyordu, Pluck and Luck, Sink or Swim, Grit, Jack’s Ward, Jed the Poor-house Boy ve daha onlarcası. Bu kitapların içindeki büyük para kazanma hikâyelerine hayranlıkla dalıyor, çocuk kitaplarında genellikle göz ardı edilen bu temanın büyüsüne kapılıyordu. Servetin tüm yolları, gevşek bir ray, zamanında işaretlenen bir tren, kahramanlık karşılığında alınan cömert ödüller; kaybolmuş ve sonra sahibine iade edilmiş dolgun bir cüzdan; değersiz sanılan tahvillerin beklenmedik değeri; şehirde keşfedilen cömert bir patron, hepsi arzularını daha da körüklüyordu, öyle ki, sonrasında bu hayalleri asla tamamen söndüremedi.
Paranın tüm detaylarıyla büyülenmişti, hain vasinin ve onun aşağılık oğlunun gasp ettiği mal varlığının gerçek değerini hesaplamak için sayfaların arasında kaybolur, eğer belirtilmemişse yıllık geliri tahmin eder veya verilmişse onu aylık ve haftalık parçalara ayırarak harcama gücünü düşlerdi. Arzuları kesinlikle mütevazı değildi, 250.000 dolardan düşük bir servet ona yetmezdi. Yıllık %6 faizle 100.000 dolarlık bir gelirin bile insanı ihtişamdan mahrum bırakacağını hissediyordu. Erdemin ödülü yalnızca yirmi bin dolarla sınırlı kaldığında ise acı bir hayal kırıklığına uğruyor, hayatın belirsizliğini ve konforun geçici bir sıcaklık olduğunu düşünerek içten içe isyan ediyordu.
Arkadaşları arasında sürekli bir kitap değiş-tokuş sistemi kurmuştu, karmaşık bir borç alma ve verme ağı içinde kitapları elden ele geçiriyordu. Rover Boys’un zengin maceralarını Max Isaacs’tan, kasabın oğlu Nosey Schmidt’ten ödünç alıyordu. Evde, Gant’ın raflarını didik didik ederek İlyada ve Odysseia çevirilerini, Diamond Dick, Buffalo Bill ve Alger’lerle aynı dönemde, üstelik aynı sebeple okuyordu. Sonrasında, ilk yılların masumiyeti solarken, bedensel arzuların bulanık keşifleri daha anlamlı hâle geldikçe, tüm romantik efsanelere tutkuyla yöneldi; kanı sıcak akan, nefesi bal gibi kokan, yumuşak dokunuşu içinden bir ateş seli geçiren kadınları arıyordu.
Ve bu kitap yağmasında, kendini Protestan kurmacasının garip dokusuna sıkışmış buldu. Bu hikâyelerde, Dionysos’ın sunduğu hazlar, Calvin’in sâdık müritlerine bahşediliyordu. Ahlâk ile tutku, dua ile arzu, erdem ile şehvet iç içe geçiyor, sunak ateşlerinin önünde duran bir ermiş kadın, pagan fahişesini kendi kutsal cilvesiyle gölgede bırakıyordu.
Evet, diye düşündü, hem pastasını yiyip hem de saklayacaktı ama bu bir düğün pastası olacaktı. İyi bir insan olma isteğinde samimiydi; sevgisinin kutsal kılıcını ancak bir Bakire’ye bahşedecek, kendisini ancak Saf Bir Kadın’a adayacaktı. Kitaplardan anladığı kadarıyla, bu, herhangi bir hazdan feragat etmek anlamına gelmiyordu, çünkü erdemli kadınlar, fiziksel olarak da en çekici olanlardı.
Farkına varmadan, o ince zevk sahibinin, uzun ve zahmetli uğraşlardan sonra keşfettiği bir gerçeği öğrenmişti, hayatın hiçbir hâli, katı kurallarla belirlenmiş olan kadar onun keyfine elverişli değildi. Bir çocuğun topluluğun yasalarına gösterdiği sadakatin aynısına sahipti, Pazar sabahlarının Presbiteryen öğretileri, süzülüp bir tortu gibi onun ruhuna yerleşmişti.
Kendisini, binlerce hayalî kahramanın bedenine gömerek yaşadı; en sevdiği karakterlere, kitaplarının ötesinde de bir varlık bahşetti; onların sancaklarını gerçekliğin solgun diyarlarına taşıdı. Bir an, kendisini yoksulluk içindeki mahallelerde savaş veren genç bir rahip olarak görüyordu; şatafatlı kilisesinin parayla silahlanmış düşmanlarına karşı dimdik duruyor, en zorlu ânında, mülkleri işleten milyonerin güzel kızı tarafından destekleniyor ve nihâyet Tanrı, yoksullar ve kendisi adına büyük bir zafer kazanıyordu.
… Saint Thomas’ın geniş, ıssız nefinde sessizce durdular. Uçsuz bucaksız kilisenin derinliklerinde, Yaşlı Michael’ın ince parmakları, orgun tuşlarına hafifçe dokunuyordu. Batı pencerelerinden süzülen gün batımının son ışıkları, altın bir huzme hâlinde akarak kutsal bir taç gibi indi ve bir anlığına, kutsarcasına, Mainwaring’in yorgun yüzüne vurdu.
"Ben gidiyorum," dedi nihâyet.
"Gidiyor musun?" diye fısıldadı kadın. "Nereye?"
Orgun sesi derinleşti.
"Oraya," diye kısaca Batı’yı işaret etti. "Oraya, onun insanlarının arasına."
"Gidiyor musun?" Sesindeki titremeyi gizleyemedi. "Yalnız mı?"
Adam hüzünlü bir gülümsemeyle başını eğdi. Güneş batmıştı. Toplanan karanlık, gri gözlerindeki nemi saklıyordu.
"Evet, yalnız," dedi. "Benden daha büyük biri de, bundan on dokuz yüzyıl önce, yalnız gitmemiş miydi?"
"Yalnız mı? Yalnız mı?" Boğazında yükselen bir hıçkırık, sesini boğdu.
"Fakat gitmeden önce," dedi adam, biraz duraksadı, sesini kontrol etmeye çalıştıysa da başarılı olamadı. "Sana bir şey söylemek istiyorum."
"Evet?" diye fısıldadı kadın.
"Hayatta olduğum sürece seni asla unutmayacağım, küçük kız. Asla." Âniden arkasını döndü, gitmeye hazırlanıyordu.
"Hayır, yalnız değil! Yalnız gitmeyeceksin!" diye haykırdı kadın, onu durduran âni bir çığlıkla.
Adam, vurulmuş gibi bir hızla arkasına döndü.
"Ne demek istiyorsun? Ne demek istiyorsun?" diye kısık bir sesle haykırdı adam.
"Ah, görmüyor musun? Görmüyor musun!" Küçük ellerini yalvarırcasına uzattı, sesi kırıldı.
"Grace! Grace! Tanrım, gerçekten mi söylüyorsun?"
"Ah, seni aptal adam! Sevgili, kör, budala çocuk! Bunu bilmiyor muydun? O, ilk kez Murphy Sokağı’ndaki yerleşimde seni vaaz verirken dinlediğim günden beri?"
Onu vahşi bir tutkuyla kendine çekti; narin bedeni, onun kollarına boyun eğdi. Adam eğilip ona sokuldukça, genç kadının yuvarlak kolları yavaşça omuzlarına, boynuna dolandı, koyu renk başını kendine çekti. Adam, aç gözlü öpücüklerle onun kapalı gözlerini, zarif boynunun ince sütununu, taze dudaklarının aralanmış çiçeklerini mühürledi.
"Yalnız değil," diye fısıldadı kadın. "Sonsuza dek birlikte."
"Sonsuza dek," dedi adam ağırbaşlı bir ciddiyetle. "Tanrı şahidim olsun."
Orgun sesi şimdi zafer dolu bir ilahiye dönüşmüştü; coşkulu melodisiyle kilisenin karanlığını doldurdu. Yaşlı Michael, tüm kalbini müziğe akıtırken, buruşmuş yanaklarından süzülen yaşları engellemedi. Ama gözyaşlarının arasından mutlulukla gülümsedi; eski gözleriyle, gençlik ve aşkın kadim hikâyesini bir kez daha canlandıran bu iki silueti zar zor seçerken, kendi kendine mırıldandı:
"Ben diriliş ve hayatım, Alfa ve Omega, ilki ve sonu, başlangıç ve bitişim..."
Eugene, gözyaşlarını ışığın kütüphane pencerelerinden süzüldüğü yöne çevirdi, gözlerini hızla kırpıştırdı, derin bir yutkunma ile burnunu çekti. "Ah, evet! Ah, evet!"
… Yerliler, artık korkacak bir şeyleri kalmadığını anlayınca, yaşadıkları kayıpların öfkesiyle çılgına dönerek uçurumun eteğine doğru yavaşça ilerlemeye başladılar. Savaş boyalarıyla dehşet verici bir hâl alan Taomi, öfkeyle dans ediyor, tiz sesiyle haykırarak onları ileriye sürüklüyordu.
Glendenning, boş fişek kemerlerine bir kez daha göz gezdirirken dişlerinin arasından hafifçe lanet okudu, ardından aşağıda çığlık çığlığa bağıran kalabalığa soğuk bir kararlılıkla baktı ve elindeki Colt’a, kalan son iki mermiyi yerleştirdi.
"Bizim için mi?" diye sordu kadın, sakince. Adam başını salladı.
"Bu, son mu?" diye fısıldadı kadın, ama en ufak bir korku belirtisi olmadan.
Adam bir kez daha başını salladı ve gözlerini kaçırdı. Bir süre sonra, solgun yüzünü kaldırdı.
"Bu ölüm, Veronica," dedi. "Ve artık konuşabilirim."
"Evet, Bruce," diye karşılık verdi kadın, yumuşak bir sesle.
Adam, onun adını ilk kez kendi ağzından duymuştu ve bu ses, yüreğinde keskin bir yankı bıraktı.
"Seni seviyorum, Veronica," dedi. "Seni, kumsalda neredeyse cansız bedenini bulduğum andan beri seviyorum. Çadırının dışında uzanıp, geceler boyunca nefes alışlarını dinlerken sevdim. Ama en çok şimdi, ölüm anımızda seviyorum seni, çünkü artık susma zorunluluğum yok."
"Sevgilim, sevgilim," diye fısıldadı kadın. Adam, yüzünün gözyaşlarıyla ıslandığını gördü. "Neden konuşmadın? Seni ilk andan beri seviyordum."
Kadın ona doğru eğildi, dudakları hafifçe aralanmış, titrek, nefesi kısa ve düzensizdi. Adamın çıplak kolları onu sararken, dudakları bir anlığına, sonsuz bir haz ve derin bir tutkunun doruğunda, yaşamın ve ölümün birbirine geçtiği o son ânın içinde birleşti.
Havayı uzaklardan gelen bir yankı titretti. Glendenning hızla başını kaldırdı ve şaşkınlık içinde gözlerini ovuşturdu. Orada, adanın küçük limanında, ince gövdeli bir muhrip ağır ağır dönüyordu. Daha o bakarken, yeniden bir alev ve duman patlaması yükseldi, ardından beş inçlik bir top mermisi, yerlilerin durduğu yerin kırk metre ötesinde infilak etti. Korku ve öfkenin birbirine karıştığı çığlıklarla yerliler, kanolarına doğru kaçışmaya başladılar.
O sırada, muhribin yanından lacivert üniformalı denizcilerin güçlü kollarıyla kürek çektiği bir bot açılmış, kıyıya doğru yaklaşıyordu.
"Kurtulduk! Kurtulduk!" diye bağırdı Glendenning ve ayağa fırlayarak yaklaşan bota işaret verdi.
Tam o anda duraksadı.
"Lan…!" diye mırıldandı, sesi öfke ve hayal kırıklığıyla karışık. "Ah, lanet olsun!"
"Ne oldu, Bruce?" diye sordu kadın.
Adam, soğuk ve sert bir sesle yanıt verdi.
"Bir muhrip az önce limana girdi. Kurtulduk, Bayan Mullins. Kurtulduk!" Ve acı bir kahkaha attı.
"Bruce! Sevgilim! Ne oldu? Mutlu değil misin? Neden böyle davranıyorsun? Artık birlikte bir ömrümüz olacak."
"Birlikte mi?" dedi, acı bir kahkahayla. "Ah, hayır, Bayan Mullins. Ben yerimi biliyorum. Sence yaşlı J. T. Mullins, kızının Bruce Glendenning’le, uluslararası bir serseriyle, her işten biraz anlayıp hiçbirinde ustalaşamamış biriyle evlenmesine izin verir mi? Hayır. Bu iş burada bitti ve artık veda zamanı. Sanırım bir gün evliliğini duyacağım, bir dükle, bir lordla veya o yabancılardan biriyle. Eh, hoşça kal, Bayan Mullins. Bol şans. Sanırım ikimiz de kendi yolumuza gitmek zorundayız."
Arkasını döndü.
"Sen aptal bir çocuksun! Sevgili, kötü, budala çocuğum!" Kadın kollarını boynuna doladı, onu sıkıca kendine çekti ve tatlı bir şekilde azarlar gibi konuştu. "Şimdi seni bırakmama izin vereceğini mi sanıyorsun?"
"Veronica," diye soluk soluğa fısıldadı adam. "Söylediklerin gerçek mi?"
Kadın, adamın hayranlık dolu gözlerine bakmaya çalıştı ama bakamadı; yanaklarını sıcak, pembe bir kızarıklık kapladı. Adam onu, ruhunun derinliklerinden gelen bir tutkuyla kendine çekti ve dudakları ikinci kez, ama bu kez önlerinde uzanan sonsuz ve bereketli bir hayatın kehanetiyle, tatlı bir unutuluş içinde birleşti…
Ah, ah! Eugene’in yüreği hem sevinçle hem hüzünle doluydu, hüzünlüydü, çünkü kitap bitmişti. Cebinden buruşuk mendilini çıkardı ve dolup taşan yüreğinin tüm ağırlığını, görkemli ve coşkun bir sümkürmeyle içine boşalttı. Ah, ah! İyi adamdı Bruce-Eugene.
Hayali, onu yüce ve içsel bir dünyanın doruklarına taşıdı; hayatın kirli lekelerini bir anda ve bütünüyle silip attı. Artık yalnızca soylu ve yiğit bir dünyada, güzel ve erdemli varlıkların arasında yaşıyordu. Kendisini kutsal bir ânın içinde Bessie Barnes ile gördü; kadının saf gözleri yaşlarla doluydu, tatlı dudakları arzuyla titriyordu. Bessie’nin sâdık yoldaşı, dürüst, yürekli kardeşi Honest Jack’in sert el sıkışını hissetti; aralarındaki sessiz fakat sarsılmaz dostluğu, cesur ruhlarının birbirine kenetlendiği o derin bağı düşündü. Göz göze geldiler, gözlerinde puslu bir kararlılık, akıllarında tehlikenin ortasında yan yana verdikleri mücadele ve ölümle yoğrulmuş dostluklarının sessiz fakat geri dönülmez mühürlenişi vardı.
Eugene, tüm erkeklerin arzuladığı iki şeyi istiyordu: Sevilmek ve ünlü olmak. Onun şöhreti bir bukalemundu, her an farklı bir biçime bürünebilirdi, ama zaferinin ve ödülünün yeri belliydi, Altamont’un insanları arasında… Kasaba, onun gözünde devasa bir otoriteydi; bir çocuğun bencil hayal gücüyle, orayı dünyanın merkezi, yaşamın küçük ama güçlü çekirdeği olarak düşünüyordu. Kendini Napolyonvâri zaferler kazanırken hayal etti; seçkin adamlarıyla birlikte bir yıldırım gibi düşmanın kanadına saldırıyor, onları kuşatıyor, hapsediyor ve yok ediyordu. Kimi zaman kudretli, zengin, zafer dolu bir sanayi kaptanıydı; kimi zaman, büyük bir ceza avukatı olarak mahkemeyi büyüleyici hitabetiyle diz çöktürüyordu. Ama ne olursa olsun, her zaman büyük bir yolculuğun sonunda, dünyanın muazzam tacını mütevazı alnına takmış hâlde, memleketine geri döndüğünü görüyordu.
Dünya, dağların sisli eteklerinin ötesinde, peri masallarından çıkmış hayali bir diyardı; orada yankılar birbirine karışıyor, cinlerin koruduğu bahçeler uzanıyor, şarap renginde denizler dalgalanıyor, derin uçurumlarla oyulmuş fantastik şehirler yükseliyordu. Ve o, tüm bu yerlerden, rüyanın içinden, gerçek hayatın kalbine, kendi kasabasına, Altamont’a dönecekti, altınlarla dolu bir ganimetle…
İçinde kıvılcımlanan cezbedici arzulara karşı tatlı bir titreme duyuyordu, onurunu en kışkırtıcı sınavlara tabi tuttuktan sonra bile onu güvenle muhafaza ediyordu: Zengin adamın gösterişli güzelliğe sahip karısı, kocasının zalimliğinden dolayı herkesin önünde aşağılanmış, Bruce-Eugene tarafından savunulmuş, yalnız ve kadınsı yüreğindeki tüm saf tutkuyla ona doğru eriyerek yaklaşmıştı. Kadının, mum ışığında parlayan gösterişli ama samimi masasında, şarap kadehlerinin üzerinden hayatının kederli hikâyesini, onun anlayışlı kulaklarına dökerken, adam, gölgeli ışıkta ona yönelen bedenini izliyordu. Zengin kadife elbisesinin içinde, plastik bir zarafetle kıvrılan vücudu, özlem dolu bir hareketle ona yaklaşırken, boynuna dolanan yuvarlak kolları nazikçe çözüyor, kendisine yapışan o diri ve kıvrımlı bedeni, hafifçe geri itiyordu.
Veya masalsı Balkanlar'daki sarışın prenses, oyuncaklar ülkesinin imparatoriçesi ve Kukla Süvarileri… Sınırda geçen büyük bir sahnede, kendisine sunduğu fedakârlığı, ondan vazgeçerek geri çevirirdi. Ama yine de, devrim onun servetini kendisininkiyle eşitlediğinde, onu kendine ve özgürlüğün yurttaşlığına adardı, kırmızı dudaklarında ebedi bir vedanın buruk tadını hissederek…
Fakat, iradenin ve eylemin karanlık düşüncelerle yargılanmadığı eski mitlerin içinde kendini kaybederek, altın çayırların yumuşak kucağında yahut ormanların yeşil ışığında, putperest bir aşkla tükenirdi. Ah, kral olmak! Geniş kalçalı, meyve dolu bir Yahudi kadınının, çatısında yıkanışını izlemek ve onu sahiplenmek! Veyahut uçurumlara kurulu şatoların baronu olmak ve fırtınalı gecelerde o şatoların şöminelerinin büyük kütüklerle dans eden çılgın alevleriyle aydınlanan devasa odalarında, en gözde köylü kadınların ve hizmetçilerin üzerinde "senyör hakkını" uygulamak!
Lâkin çoğu zaman, arzularının baskısıyla ahlaki kabuğu paramparça olduğunda, okul çocuklarına özgü müstehcen bir masalı canlandırır ve kendini yakışıklı bir öğretmenle ateşli bir romansın içinde hayal ederdi. Dördüncü sınıfta öğretmeni genç, deneyimsiz fakat yapılı bir kadındı; havuç rengi saçları vardı ve kahkahaları pervasızdı.
Kendisini, gücünün doruğuna ulaşmış, güçlü, kahramanca ve parlak bir çocuk olarak görürdü, kırsal bir okulda, çarpık dişli çocuklar ve kaba saba gençler arasında parlayan tek ışık… Sonbaharın sarıdan kızılın en doygun tonlarına büründüğü günlerinde, öğretmeninin ona olan ilgisi giderek artardı. Hayali suçlarla onu ders bitiminde sınıfta tutar, biraz da belirsiz bir bahane ile ona fazladan görevler verir, o bakmadığını sandığında ona özlemle bakardı.
O, verilen alıştırmada zorlanıyormuş gibi yapardı; bunun üzerine öğretmeni büyük bir hevesle yanına gelir, eğilip oturduğunda havuç rengi saçlarının ince telleri burnuna dokunur, beyaz kuşaklı kollarının sıcaklığını ve dar eteğinin altında gerilen kalçalarının varlığını hissederdi. Öğretmeni uzun uzun açıklamalarda bulunur, parmaklarını bulamıyormuş gibi yaptığı sayfanın üzerine yerleştirdiğinde, kendi sıcacık ve hafifçe nemli eliyle onun parmaklarını yönlendirirdi. Ardından, tatlı bir azar tonuyla fısıldardı:
"Niçin bu kadar yaramazsın?" veya daha yumuşak bir sesle, "Bundan sonra daha uslu bir çocuk olacak mısın?"
O ise mahcup ve kekeme bir çocuksulukla mırıldanırdı:
"Ah, Bayan Edith, vallahi kötü bir şey yapmak istemedim."
Sonrasında, altın güneşin kızıllığa döndüğü saatlerde, sınıfta sadece tebeşirin kokusu ve ekim sineklerinin ağır uğultusu kaldığında, ayrılmaya hazırlanırlardı. O, umursamaz bir tavırla paltosuna bürünmeye çalışırken, öğretmeni onu durdurur, yakalarını düzeltir, kravatını yerleştirir ve darmadağın saçlarını usulca okşayarak,
"Sen yakışıklı bir çocuksun. Eminim tüm kızlar sana deli oluyordur," derdi.
O, utangaç bir mahcubiyetle kızarırken, öğretmeni merakına yenik düşer, ısrarla sorardı:
"Hadi ama, söyle. Kim senin kızın?"
"Yok vallahi, Bayan Edith, kimsem yok."
Bunun üzerine kadın, nazikçe, neredeyse kışkırtıcı bir sesle, "Bu aptal küçük kızları isteme, Eugene," derdi. "Sen onlar için fazla iyisin, yaşından çok daha olgunsun. Sana, ancak olgun bir kadının anlayışı lazım."
Ve alacakaranlıkta yürürlerdi, çam kokusuyla tazelenmiş ormanları kıyıdan dolanarak, kızıl akçaağaç yapraklarıyla örtülü patikadan geçerek, tarlalardaki olgunlaşan kocaman balkabaklarının yanından süzülerek ve sonbaharın altın rengine bürünmüş hurmalarının rayihası içinde…
Kadın, yolun biraz gerisinde, yalnızca yaşlı ve sağır annesiyle birlikte küçük bir kulübede yaşardı. Ev, yalnızlığın içinde yankılanan çam ağaçlarının korunaklı kollarına yaslanmıştı; avlusunda birkaç heybetli meşe ve akçaağaç, dökülen yaprakların içinde kaybolmuştu.
Eve varmadan önce bir tarlayı geçmek ve ahşap bir çit basamağından aşmak gerekirdi. Önce o geçer, ardından kadını aşağı indirirken, ipek çoraplarla kaplanmış uzun bacaklarının zarif kıvrımına arzuyla bakardı.
Günler kısaldıkça, karanlık çökmeden veya alçakta asılı duran ağır sonbahar ayının ışığında gelirlerdi. Kadın, ormanın yanından geçerken ürkmüş gibi yapar, hayali seslere kulak kesilip ona sokulur, koluna girerdi. Ve bir gece, çitin üzerinden geçerken, nihayet kararını vererek, aşağı inmekte zorlanıyormuş gibi yapardı. O da kadını kollarına alıp indirirdi. Kadın fısıldardı: "Ne kadar güçlüsün, Eugene."
Adam hâlâ onu tutarken, elleri dizlerinin altına kayardı. Sonra, donmuş ve çamurlu toprağa yavaşça bırakırken, kadın onu tutkulu bir şekilde öperdi; tekrar tekrar, sıkıca sarılır, okşar ve kırağı düşmüş hurma ağacının altında, adamın henüz toy ve keşfedilmemiş arzusuna kendini sunardı.
Kasabada Gant, göğsünü kabartarak övünürdü: "Şu çocuk yüzlerce kitap okudu. Şu an kütüphanedeki her şeyi bitirmiştir bile."
"W.O., yemin ederim bu çocuktan bir avukat çıkarman gerekecek," dedi Tümgeneral Liddell. Çatlak sesinin arasından, kaldırımın üzerine nokta atışıyla tükürdü ve kütüphanenin pencerelerinin altında, lekeli beyaz keçi sakalını titreyen eliyle düzelterek sandalyesine yaslandı. O, savaş görmüş bir adamdı.
ONUNCU BÖLÜM
Fakat bu özgürlük, bu kâğıda dökülmüş yalnızlık, bu düşlere dalmış ve sınır tanımayan hayal süresi kesintisiz sürmeyecekti. Hem Gant hem de Eliza, ekonomik bağımsızlık fikrinin hararetli savunucularındandı: Ailedeki tüm erkek çocuklar, daha çok küçük yaşlardan itibaren para kazanmaya gönderilmişti.
"Bu, bir çocuğa bağımsızlığı ve kendi ayakları üzerinde durmayı öğretir," dedi Gant, bu sözleri bir yerlerde duyduğundan emin olarak.
"Saçmalık!" dedi Eliza. "Bu onlara en ufak bir zarar vermez. Şimdi öğrenmezlerse, ileride hiçbir işe yaramazlar. Üstelik, kendi harçlıklarını da çıkarırlar." Bu sonuncusu, şüphesiz, en büyük meseleydi.
Böylece, çocuklar okuldan sonra ve tatillerde, daha küçücük yaşlardan itibaren çalışmaya başladılar. Ne var ki, Eliza da Gant da çocuklarının ne iş yaptıklarını pek sorgulamamış, sadece para kazandıran her işin dürüst, takdire şayan ve karakter geliştirici olduğuna dair içlerini rahatlatan bir inançla yetinmişlerdi.
Bu sırada, Ben, daha da içine kapanarak, sessiz, yalnız ve asık suratlı bir gölge gibi eve girip çıkmaya başlamıştı, bir hayalet gibiydi… Her sabah, saat üçte, zayıf ve güçsüz bedeni hâlâ uykunun derinliklerinde olmalıyken, yıldızların altında uyanıyor, uyuyan evden sessizce ayrılıyor ve büyük bir tutkuyla sevdiği mürekkep kokusuyla dolu, sabahın gürültüsüyle çevrelenmiş matbaaya gidiyordu. Sekizinci sınıftan sonra, Gant ve Eliza’nın pek de üstünde durmadığı bir kararla, okulu sessizce bıraktı; gazetede ek görevler aldı ve kazandığı parayla, buruk bir gurur içinde, kendi geçimini sağladı.
Geceleri eve döndüğünde, babasından kalma uzun adımlarıyla ilerleyen, cılız ve kamburu çıkmış bedeni, ağır gazete çantasının yüküyle erken yaşta eğilmişti, patetik, aç ve tam anlamıyla bir Gant çocuğuydu.
Bedeninde, onların trajik kusurunun delillerini taşıyordu: Karanlıkta tek başına yürüyordu, ölüm ve karanlık melekleri etrafında dolaşıyordu, ama kimse onu görmüyordu. Her sabah üç buçukta, ağzına kadar dolu çantasını yanına alarak, diğer gazete dağıtıcılarıyla bir lokantada oturur, bir elinde kahve fincanı, diğerinde sigarasıyla hafif, neredeyse sessizce gülümserdi, titrek, son derece duyarlı dudaklarıyla, çatık gri gözleriyle, sessizce parlayan bir gölge gibi yaşıyordu.
Evde, saatlerce sessiz bir hâlde Eugene’ın yanında olurdu, onunla oynar, bazen sert ve beyaz elleriyle hafifçe tokat atarak şakalaşır, aile yaşamının ne anlayabildiği ne de erişebildiği gizli bir iletişim kurardı. Küçük maaşından, ona harçlık verir, doğum günlerinde, Noel’de veya özel bir vesileyle pahalı hediyeler alırdı; Eugene’ın gözünde nasıl bir Maecenas gibi göründüğünü fark ettiğinde, içten içe hem duygulanır hem de gururlanırdı, zayıf ve kısıtlı gelirinin, kardeşi için nasıl sonsuz ve tükenmez bir kaynak gibi göründüğünü görmek onu mutlu ederdi. Kazandığı parayı, ev dışında geçen yaşamının tüm ayrıntılarını, kıskanç bir sır gibi saklardı.
Eliza’nın merakla onu sorgulamasına karşı, aksi ve sinirli bir ifadeyle, "Bu kimseyi ilgilendirmez. Tanrı şahidim olsun ki, sizden hiçbir şey istemiyorum" derdi. Ailesine karşı derin, çatık kaşlı bir sevgisi vardı: Hiçbirinin doğum gününü unutmaz, onların kolayca bulabilecekleri yerlere küçük, pahalı olmayan ama son derece incelikle seçilmiş hediyeler bırakırdı. Onlar, büyük bir coşkuyla hayranlıklarını dile getirirken, teşekkürlerini süslü ve gösterişli ifadelerle bezeyip iyice abartırken, o, başını yana çevirir, görünmez bir dinleyiciye hitap ediyormuş gibi hafifçe ve sinirle karışık bir tebessümle, "Tanrım, şuna bak! Şu söylediklerini duydunuz mu?" derdi.
Belki de, ayakları hafifçe içe basarak, ütülü pantolonu, parlak taranmış saçları ve beyaz yakalığıyla Ben, sokaklarda süzülürken veya evin içinde sessiz ve huzursuz bir şekilde dolanırken, onun karanlık meleği gizlice gözyaşı döküyordu fakat kimse görmüyor, kimse bilmiyordu. O, bir yabancıydı; evin içinde dolaşırken, hayata açılan bir kapı, keşfedilmemiş gizli bir geçit, bir taş, bir yaprak, arayan bir avcı gibi dolaşıyordu.
Onun evine duyduğu bağlılık köklüydü; karmaşanın ve gürültünün hiç eksik olmadığı bu evde, içine kapanık ve ölçülü sessizliği, sanki gergin sinirleri yatıştıran bir afyon gibiydi. Sessiz bir otoriteyle, beyaz ellerinin usta dokunuşlarıyla, eskimiş yaraları onarmaya, kırılmış parçaları hassas bir marangoz titizliğiyle bir araya getirmeye, bozuk bir elektrik devresini, arızalı bir prizi usulca tamir etmeye koyulurdu.
"O çocuk tam bir elektrik mühendisi olacak," diyordu Gant. "İçimden bir ses onu okula göndermem gerektiğini söylüyor."
Bunu söyledikten sonra, Binbaşı’nın değerli oğlu Bay Charles Liddell’in hikâyesini romantik bir dille anlatmaya koyulurdu; elektrik alanındaki dehâsıyla binlerce dolar kazanan ve babasını geçindiren o adamın hikâyesini… Sonra, kendi erdemlerini ve oğullarının değersizliğini uzun uzun dile getirerek, onlara acımasızca çıkışırdı.
"Başkalarının oğulları, yaşlılıklarında babalarına bakarlar ama benimkiler değil! Benimkiler asla! Ah Tanrım, bir gün onlardan birine muhtaç kalırsam, o gün benim için ne acı bir gün olacak. Tarkinton geçen gün bana, Rafe’in on altı yaşından beri ona haftada beş dolar verdiğini söyledi. Peki ya benim oğullarımdan böyle bir şey bekleyebilir miyim? Bekleyebilir miyim? Ancak cehennem donarsa! Hatta o zaman bile imkânsız!"
Sonra, gençliğindeki zorlukları anlatmaya koyulurdu; kendi ifadesine göre, hayatını kazanmak için henüz altı yahut on bir yaşında, ruh hâline göre sık sık değişen bir yaşta, evden kovulmuştu. Kendi sefaletini, çocuklarının içinde yüzdüğünü düşündüğü lüksle kıyaslardı.
"Kimse benim için bir şey yapmadı!" diye kükrerdi. "Ama sizin için her şey yapıldı. Peki, ben sizden ne görüyorum? Hiç, sizi doyurmak ve başınızı sokacak bir çatı sağlamak için o soğuk dükkânda gece gündüz didinen yaşlı adamı düşündünüz mü? Hiç düşündünüz mü? Nankörlük! Vahşi hayvanlardan bile daha acımasız!"
Eugene'ın, yediği lokmayı yutmaya çalışan boğazı, suçluluğun intikamcı eliyle düğümlendi.
Böylece, Eugene başarı ahlâkına dair ilk derslerini aldı. Bir insanın sadece çalışması yeterli değildi, her ne kadar çalışmak temel olsa da ondan daha da önemlisi, para kazanılmasıydı, eğer gerçekten büyük bir başarı elde edecekse çok para fakat o kadar büyük şeyler değilse mesele, en azından "kendi geçimini sağlayacak kadar…" Gant ve Eliza’ya göre bir insanın değeri bu çerçeveden ölçülürdü. Birisi hakkında konuşurken şöyle derlerdi: "O, beş para etmez biriydi. Kendi geçimini asla sağlayamazdı."
Eliza ise, Gant’ın aksine, bu durumu daha da rezil kılacak o eklemeyi yapardı: "Adına kayıtlı tek bir malı bile yok!"
Bu söz o kişinin, gözlerinde tam anlamıyla rezil bir hâlde olduğunu vurgulardı.
Baharın taze ve serin sabahlarında, Eugene sabah altı buçukta babasının gürleyen sesiyle yataktan kaldırılır, serin bahçeye iner ve Gant’ın yardımıyla küçük çilek sepetlerini büyük, buruşuk marullar, turplar, erikler ve yeşil elmalarla doldururdu, biraz sonra ise kirazlar eklenirdi. Ardından, büyük bir sepetin içine yerleştirdiği bu ürünleri alır, mahallede dolaşarak kapı kapı satardı. Sabahın mis gibi yemek kokularıyla dolu dünyasında, beş veya on sent karşılığında mallarını kolayca, neşeyle elden çıkarır, kahvaltı saatine kadar eve dönmüş olurdu. Bahçenin kokusunu, taze sebzelerin ıslaklığını seviyordu, cebini madeni paralarla dolduran toprağın romantik düzenine hayran kalıyordu.
Kazandığı parayı saklamasına izin verilirdi, ancak Eliza, bu parayı savurmaması konusunda sürekli rahatsız edici bir ısrar içindeydi. Ona bir gün kendi işini kurması veya iyi bir mülk satın alması için bir banka hesabı açmasını söylemişti. Bunun için oğluna küçük bir kumbara aldı ve Eugene, kazancının bir kısmını isteksizce kutunun içine atarken, zaman zaman onu kulağına yaklaştırıp sallayarak, içindeki boğuk madeni sesleri dinler ve içinde kilitli kalan tüm satın alınabilir zevkleri aç bir özlemle düşünür, hüzünlü bir tatmin hissederdi. Kumbaranın bir anahtarı vardı fakat annesi onu saklıyordu.
Ancak aylar geçtikçe, çocukluk günlerindeki güçlü bedeni, içsel bir kimyasal genişlemeyle hızla uzamaya, zayıf, ince ve solgun bir hâl almaya, yaşına göre şaşırtıcı derecede uzun olmaya başlayınca, Eliza artık şunu söylemeye başladı:
"Bu çocuk bence artık çalışacak kadar büyüdü."
Artık okul ayları süresince, her perşembe öğleden sonra, cumartesiye kadar devam eden işe gönderiliyordu: Luke’un yerel bayiliğini yaptığı The Saturday Evening Post gazetesini sokaklarda satma işi… Eugene bu işi yakıcı, boğucu bir nefretle seviyordu. Perşembe gününün yaklaşmasını hasta edici bir dehşetle izlerdi.
Luke, on iki yaşından beri bu gazetenin bayiliğini yapıyordu; kasabanın dört bir yanında satış konusundaki ünü yayılmıştı. Geniş bir gülümsemeyle, coşkun bir canlılıkla, keskin ve esprili bir dille, tükenmek bilmeyen enerjisini çılgın bir dışavurum içinde harcayarak dolaşırdı. O, tamamen ânın içinde yaşıyordu: İçinde saklı hiçbir şey yoktu, korunup gizlenen tek bir yanı bulunmazdı, yalnızlıktan içgüdüsel olarak nefret ediyordu.
Her şeyden çok, dünyada saygı görmek ve sevilmek istiyordu, fakat ailesinin sevgisi ve takdiri onun için büsbütün hayatiydi. Aşırı övgü, sıcak tokalaşmalar, içten sözler ve cömertçe sergilenen duygular, onun için adeta yaşamın nefesi gibiydi. Çeşmede içkileri ısrarla kendisi ısmarlıyor, Eliza’ya dondurma kutuları, Gant’a ise purolar getiriyordu. Gant, oğlunun bu cömertliğini övgüyle dile getirdikçe, Luke’un buna duyduğu ihtiyaç daha da artıyor, kendini giderek İyi Adam, esprili, özverili, herkesin güldüğü ama sevdiği kişi, Büyük Yürekli Fedakâr Luke olarak görmeye başlıyordu. İnsanların da onu böyle gördüğüne şüphe yoktu.
Yıllar boyunca, Eugene cepleri boş gezdiğinde, Luke defalarca sert ve sabırsız bir hareketle avucuna bir bozukluk sıkıştırmıştı. Ancak Eugene’ın ihtiyacı ne kadar büyük olursa olsun, bu anlar her zaman gergin ve tuhaf oluyordu, utangaç itirazlarla, sıkıntılı bir kafa karışıklığıyla doluydu. Çünkü Eugene, abisinin takdir ve minnettarlık arzusunu içgüdüsel bir kesinlikle kavramıştı ve bu parayı kabul ettiğinde, kendi bağımsızlığını onun ezici ihtiyacına teslim ediyormuş gibi hissediyordu.
Oysa Ben’in cömertliğini asla böyle sorgulamamıştı. Zaman içinde keskinleşmiş sezgileri ona, Ben’den azar işitebileceğini, hatta öfkeyle bir tokat yiyebileceğini ama onun asla yaptığı iyilikleri yüzüne vurmayacağını fısıldamıştı. Hatta Ben, verdiği hediyeleri hatırlamaktan bile içten içe utanç duyuyordu. Bu yönüyle, Eugene da Ben’e benziyordu: Yaptığı bir iyiliğin, içinde gizli bir kendini beğenmişlik taşıdığı düşüncesi bile onu rahatsız ediyordu.
Böylece, henüz on yaşına bile basmadan, Eugene’ın tefekkür eden ruhu, hakikat ile görüntünün karmaşıklığında hapsolmuştu. Kendisini altüst eden, çileden çıkaran bilmecelere ne söz bulabiliyor ne de cevap verebiliyordu; erdemin damgasını taşıyan her şeye karşı içinde derin bir tiksinti uyanıyor, yüce ve soylu sayılan şeylerden yılgınlık ve dehşet duyuyordu. Sekiz yaşında, eli sıkı ama cömert, bencil ama özverili, soylu ama bayağı görünen insanların işkence eden paradoksuyla karşı karşıya kalmıştı; insan ruhunun, erdem kisvesi altında, toplumun takdirini kazanma arzusunu henüz kavrayıp tanımlayacak yaşta değildi. Yine de kendi günahkârlığına dair kesin bir kanaate varmış, bundan dolayı perişan olmuştu.
Onda, dizginlenemez bir dürüstlük vardı; kalbi veya zihni bir meseleye derinden daldığında, bu dürüstlük onu tam anlamıyla ele geçiriyordu. Bu yüzden, uzaktan akraba birinin yahut aile dostlarından birinin cenazesinde, hiç de derin bir sevgi beslemediği bir ölünün ardından, vaizin tekdüze sesi veyahut yaslı ilahiler sürerken, yüzünün sahte bir keder ifadesine büründüğünü fark ettiğinde, acı bir utanç duyardı. Bunun üzerine, sıradan bir rahatlık içinde kıpırdanır, bacak bacak üstüne atar, tavana ilgisizce bakar veya pencerenin dışına doğru hafifçe gülümseyerek göz gezdirirdi, ta ki, başkalarının dikkatini çektiğini ve onu hoşnutsuzlukla izlediklerini fark edene kadar… O an, belki de saygılarını kaybederdi ama hayatının kaydını düşmüş olmanın sert memnuniyetini de içinde hissederdi.
Oysa Luke, kasabanın tüm saçma gösterişlerinin içinde, büyük bir rahatlıkla büyüyüp serpiliyordu; şefkat, yas, merhamet, iyilikseverlik ve tevazu gösterilerinde her şeyi fazlasıyla abartıyor, hiçbir aşırılığı es geçmiyordu. Dünya, donuk gözüyle ona baktığında, hep iyi ve sevimli bir şeyler görüyordu.
Kendini durmadan dışa doğru yayarak yaşıyordu; gerçekten ve tüm kalbiyle her şeyin içinde bulunuyordu. Onu tutabilecek yahut dengeleyebilecek hiçbir içsel düğüm, hiçbir frenleyici ağırlık yoktu, tükenmez bir enerjisi, açgözlü bir sosyalliği, hayatını kalabalık içinde eritme tutkusu vardı.
Aile içinde, karakterleri ölçmek için basit ve hoyrat sıfatlar yeterliydi: Ben sadece "sessiz olan", Luke "cömert ve özverili olan", Eugene ise "bilgin", yani "okuyan çocuk" olarak adlandırılıyordu. İşe yarıyordu.
Ne var ki, "cömert olan", hayatı boyunca bir kitabın sayfalarına veya rakamların mantığına bir saat boyunca bile odaklanamamıştı. Küçük kardeşinin içine kapanık düşüncelerinden ve dalgın soyutlamalarından rahatsız oluyor, komik bir biçimde bir ayağından diğerine sallanıyor, ağzında düğümlenen kelimeyi ararken ıslık çalıp kekeliyor, ama en sonunda bu mesafeyi kabullenmek zorunda kalıyordu.
"Hadi ama, şimdi hayallere dalma zamanı değil," derdi Luke, ironik bir kekemelikle. "Erken kalkan yol alır, hadi sokağa çıkalım artık."
Her ne kadar hayallere dalma ifadesi, onun sıradan ve ezberlenmiş söz kalıplarından biri olsa da, Eugene irkilirdi, zihni allak bullak olurdu. Sanki yıllardır korkuyla koruduğu gizli dünyası bir anda açığa çıkar ve alaya alınırdı. Öte yandan, Luke da kendi okul başarısızlıklarının sızısını derinlerde hissediyor ve Eugene’ın dilin gizemli, hipnotik gücüne olan bağlılığını, içine kapanıp kendi dünyasına çekilişini yalnızca bir tür tembellik olarak görürdü. Çünkü ona göre, gerçek iş ya ağır bir yük kaldırmayı gerektiriyordu veya dilin kıvrak oyunlarında ter dökmeyi ifade ediyordu. Dahası, Eugene’ın sessiz dünyası ona bencilce, ailesini unutan, sadece kendini düşünen biri gibi görünüyordu. Kendini iyilik tahtının tek sahibi olarak görmeye kararlıydı.
Böylece, Eugene belli belirsiz ama keskin bir şekilde, yaşıtlarının yalnızca kendi geçimlerini sağlamakla kalmadıklarını, yıllardır çöküşe geçmiş anne babalarına elektrik mühendisleri, banka başkanları veya Kongre üyeleri olarak kazandıkları paralarla lüks içinde bir hayat sunduklarını öğrendi. Aslında, Gant’ın ona karşı kullandığı abartılı hiçbir ima yoktu, Gant, en derin duyguların en hafif titreşimlerini bile hisseden, o milyon sesli küçük enstrümanın her kıpırtısını uzun zamandır seziyordu. Ve oğlunun içten içe sarsılmasını, boğazına düğümlenen pişmanlığı, işkence çeken ruhunu gözlemlemek, ona sadistçe bir haz veriyordu. Bu yüzden, oğlunun tabağını iştah açıcı etlerle doldururken, duygusal bir edayla konuşurdu: "Sana bir şey söyleyeyim: Senin sahip olduklarına sahip olan pek fazla çocuk yok. Peki, yaşlı baban öldüğünde ne yapacaksın?"
Sonra, kendini soğuk bir ceset olarak betimler, sonsuza dek toprağın nemli çürümesine karışacağını, gömüleceğini, unutulacağını, üstelik bunun pek de uzak bir ihtimal olmadığını hüzünle dikte ederdi.
"O zaman hatırlarsın yaşlı adamı," derdi iç çekerek. "Ah Tanrım! İnsan kuyunun kuruduğunu, suyu özleyene kadar fark etmiyor."
Bunu söylerken, Eugene’ın gırtlağında düğümlenen kasılmaları, gözlerini kırpıştırmasını, yüzüne yayılan o gergin, sıkışmış ifadeyi gözlemleyerek zevk alırdı.
"Ah, Bay Gant!" dedi Eliza, görünüşte öfkelenmiş, ama aslında o da bu sahneden memnun olmuştu. "Çocuğa bunu yapmaman gerek!"
Yahut hüzünlü bir sesle "Küçük Jimmy"’den bahsederdi, Riverside lunaparkının karşısında, nehrin ötesinde yaşayan, bacakları olmayan bir çocuktan. Eugene’a onu defalarca göstermiş, etrafında yoksulluk ve öksüzlük üzerine acıklı bir masal örmüştü ve bu hikâye Eugene’ın gözünde acımasız bir gerçekliğe dönüşmüştü.
Eugene altı yaşındayken, Gant ona Noel için bir midilli alacağına dair düşüncesizce bir söz vermişti, aslında bunu gerçekleştirmeye niyeti yoktu. Noel yaklaştıkça, Küçük Jimmy’den, Eugene’ın ne kadar şanslı olduğundan duygusal bir dille söz etmeye başladı. Sonunda, büyük bir mücadele sonucu, çocuk midilliden vazgeçmiş, Elfland’a yazdığı kargacık burgacık bir mektupla bu isteğinden feragat ederek, hediyesinin engelli çocuğa gitmesini istemişti.
Eugene bunu asla unutmadı: Yetişkin bir adam olduğunda bile Küçük Jimmy’nin aldatmacası ona geri dönüyordu, öfke veya çirkinlik duymadan, sadece içini yakan bir acıyla. Tüm o kör israf, aptalca ihanet, düşüncesiz onursuzluk ve boğucu, sakat edici hile, ruhunda gölgeler gibi geziniyordu.
Luke ise babasının vaazlarını papağan gibi tekrar ediyordu, ama içtenlikle ve akılsızca, Gant’ın mizahı, kurnazlığı olmadan, yalnızca saf ve yapışkan bir duygusallıkla… O, büyük, kaba ve parlak boyalarla etiketlenmiş semboller dünyasında yaşıyordu: "Baba", "Anne", "Ev", "Aile", "Cömertlik", "Onur", "Özveri". Şeker ve pekmezden yapılmış, gözyaşı şeklindeki şurupla yapış yapış hâle getirilmiş basit bir dünya.
"Ne iyi bir çocuk!" derdi komşular.
"Çok sevimli bir şey!" diye eklerdi kadınlar, onun kekemeliğinden, esprilerinden, neşeli tabiatından ve kendilerine olan sâdık hizmetlerinden büyülenerek.
"Bu çocuk tam bir çalışkan. Hayatta iz bırakacak," derdi kasabadaki erkekler.
Ve Luke da tam olarak böyle bilinmek istiyordu: gülümseyen, çalışkan adam. Curtis Publishing Company’nin bayilerine gönderdiği tüm broşürleri dindar bir bağlılıkla okurdu. Satışları artırmak için önerilen duruşları titizlikle çalışır, "müşteriye yaklaşım şekli", gazeteyi çantadan en etkileyici biçimde çıkarma yöntemi, içeriğini anlatırken sergilenmesi gereken heyecan gibi teknikleri prova ederdi. Broşürlerde şöyle yazardı:
"İyi bir satıcı, sattığı ürünü en ince ayrıntısına kadar bilmelidir."
Luke, ürünü bilmekten bilinçli olarak kaçınıyor, onun yerine kendi yaratıcı anlatılarıyla bu açığı kapatıyordu.
Bu talimatları harfi harfine uygulaması, görülmüş en tuhaf gazete satış gösterilerinden birini ortaya çıkardı. Sınırsız arsızlığıyla ve "İyi bir satıcı asla 'hayır'ı kabul etmez", "Müşterinin psikolojisini anlamaya çalışın", "Geri çevrilse bile ısrarla üzerine gitmeli" gibi kutsal satış öğretileriyle donanmış olan çocuk, habersiz bir yayayla aynı adımları tutturur, The Saturday Evening Post’un geniş sayfalarını adamın burnunun dibinde açar ve kekemelikle dolu, soytarıca hareketler ve yalvarıcı bir üslupla süslenmiş, öylesine hızlı bir tirat patlatırdı ki karşısındaki ne dergiyi kabul edebilir ne de reddedebilirdi. Böylece, gülümseyen kalabalığın içinde zavallı müşterisini bir sokak boyunca kovalayarak, onu savunmasızca bir duvara sıkıştırır ve nihâyetinde adamın, özgürlüğünü satın almak için uzattığı beş sentlik madeni parayı ustaca kapardı.
"Evet, efendim. Evet, efendim!" diye başlardı tok bir sesle, bacaklarını iyice açarak ve müşterinin adımlarına uyarak yürürken… "Bu haftanın The Saturday Evening Post sayısı, sadece beş sent, yalnızca bir nikel! H-h-haftalık olarak iki milyon okuyucu tarafından satın alınıyor. Bu haftaki sayımızda, t-t-tam seksen altı sayfa haber ve hikâye var, r-r-reklamları saymıyorum bile! Eğer o-o-okuyamıyorsanız bile, r-r-resimler paranızın karşılığını fazlasıyla verecek! On üçüncü sayfada, ünlü g-g-gezi yazarı ve siyaset uzmanı I-I-Isaac F. Marcosson’un harika bir makalesi var. Yirmi dokuzuncu sayfada, yaşayan en büyük mizah ustası I-I-Irvin S. Cobb’un bir hikâyesi, ayrıca dövüş dünyasından yepyeni bir öyküyle J-J-Jack London! Eğer bunu bir kitap olarak a-a-alsanız, bir buçuk d-dolar ödemek zorunda kalırdınız!"
Bu rastgele kurbanlarının dışında, kasaba halkı arasında da geniş bir müşteri ağı vardı. Sokağın başından neşeyle, canlı adımlarla yürüyerek geçer, karşılaştığı her adamı yeni bir unvanla selamlar ve kekemelikle süslenmiş tiz sesiyle satış yapardı:
"Albay, nasılsınız!"
"Binbaşı, işte, matbaadan sıcacık yeni sayınız!"
"Kaptan, çocuk nasıl?"
"Nasılsın, evlat?"
"Daha iyisi olamaz, General, köpek yavrusunun karnı kadar pürüzsüzüm!"
Bunun üzerine, kırmızı yüzlü, tombul yanaklı Güneyli adamlar, ciğerlerinden patlayan boğuk kahkahalarla gülerlerdi.
"Vallahi, bu çocuk harika!" derdi adamlardan biri. "Gel bakalım evlat, ver bana şu zıkkımı. Hiç işime yaramaz ama sırf senin konuşmanı dinlemek için alıyorum."
Luke, keskin, renkli ve alabildiğine küfürlü bir dile sahipti; ailesindeki herkesin ötesinde, Rabelaisvâri bir dünya hâliyle doğaya kök salmıştı. Dilinden dökülen benzetmeler düşünülmeden yapılan, ama devasa, grotesk imgelerle doluydu. Ve her gece yatağını ıslatıyordu, Eliza’nın şikâyetleri, yakınmaları bu durumu değiştirmiyordu. Bu da onun kekemeliği, ıslıkları, neşesi, taşkınlığı ve şamatacı mizacıyla birleşince, onu tamamlayan son dokunuş oluyordu: Eşsiz Luke, benzersiz Luke. Gevezeliğine, huzursuz kıpırdanmalarına rağmen, insanın kolaylıkla ısınacağı biriydi. Ve gerçekten de içinde, sonu gelmeyen bir sevgi kaynağı taşıyordu.
Övgüye açtı, yaptığı her işin takdir edilmesini isterdi, fakat yüreğinde saf bir sıcaklık, samimi bir şefkat barındırıyordu.
Her perşembe, Gant’ın tozlu küçük ofisinde, The Post’u kendisinden satın alan küçük çocukları etrafına toplar, onları sahne gibi bir telkinle yönlendirir ve işe göndermeden önce sert bir nutuk çekerdi:
"Pekâlâ, söyleyeceklerinizi düşündünüz mü? Unutmayın, bir köşede oturup da müşterilerin sizi aramasını bekleyemezsiniz. Bir satış konuşması hazırladınız mı? Nasıl yaklaşıyorsunuz, ha?" diye sorardı mesela gözleri korkuyla açılmış küçük bir çocuğa sertçe dönerek. "Konuş, konuş, lanet olsun! Öyle aval aval bakma bana!"
Sonra birdenbire deli gibi bir kahkaha atardı:
"Şu surata bakın, aman Tanrım!"
Gant, Jannadeau ile birlikte uzaktan bu sahneyi gülümseyerek izlerdi.
"Peki, Christopher Columbus," diye devam ederdi Luke, şakacı bir sesle. "Neler diyorsun müşteriye evlat?"
Çocuk utangaçça boğazını temizler:
"Bayım, bir Saturday Evening Post almak ister misiniz?"
Luke, iğneleyici bir incelikle sesi taklit ederek cevap verirdi:
"Ah, tatlı tatlı konuşan şu çocuğa bakın! Gerçekten böyle bir konuşmayla satış yapabileceğini mi sanıyorsun? Tanrım, aklını nereye kaldırdın? Dal onların üstüne! Onlara yapış, ‘hayır’ı kabul etme! Sakın onlara satın almak isteyip istemediklerini sorma! Direkt dal: ‘Buyurun efendim, matbaadan yeni çıkmış!’"
Birden gözleri uzaktaki mahkeme binasının saatine takılır ve sinirle bağırırdı:
"Tanrım, bir saat önce çıkmış olmamız lazımdı! Hadi, öyle dikilip durmayın! İşte gazeteleriniz. Sen kaç tane alıyorsun, küçük Yahudi?"
Çünkü yanındaki çocuklardan bazıları Yahudi’ydi fakat Luke onları çok seviyordu. Onların sıcaklığını, zengin mizah anlayışlarını, hayata duydukları tutkuyu beğeniyordu.
"Yirmi tane."
"Yirmi mi!" diye bağırırdı Luke. "Seni küçük aylak! Sen elli alacaksın. H-h-haydi bakalım, hepsini bu öğleden sonra satarsın. Tanrım, baba," derdi, Gant ofise girerken Yahudi çocukları işaret ederek, "bunlar t-t-tam bir Son A-a-akşam Yemeği’ne benzemiyorlar mı?"
Sonra, payına düşen gazeteleri almak için eğilmiş bir çocuğa elinin tersiyle hafifçe vururdu:
"Suratıma sokma şunu!"
Çocuklar çığlık çığlığa gülmeye başlarlardı.
"Dalın üstlerine! Kimseyi elinizden kaçırmayın!"
Ve kahkahalar içinde, heyecanla çocukları sokağa uğurlardı.
Eugene işte bu tür bir çalışma düzenine ve bu sömürü yöntemine henüz adım atmıştı. İşi, ölümcül, tarifi zor bir tiksinti ve nefretle yapıyordu. Fakat onu daha da rahatsız eden şey, satışı yapabilmek için kendisini küçük, sefil bir baş belasına dönüştürmesi, insanların ondan ancak birkaç kuruş karşılığında kurtulmak zorunda kalmalarıydı.
Utanç ve aşağılanmayla kıvranıyordu ama çaresizce işine tutunuyordu, kıvırcık saçlı, tutkulu, tuhaf bir çocuktu; şaşkın kurbanlarının yanında koşturuyor, koyu, ateşli yüzünden fırtına gibi kelimeler dökülüyordu. Ve adamlar, bu küçücük çocuktan gelen garip ama etkileyici hitabetin büyüsüne kapılarak, alışveriş yapıyorlardı.
Bazen göbekli Federal yargıç, bazen bir avukat veya bir bankacı onu evine götürür, eşlerine ve aile üyelerine sunum yapmasını ister, iş bitince cebine yirmi beş sent sıkıştırarak geri gönderirdi.
"Ne diyorsun buna!" derlerdi birbirlerine.
Kasabadaki ilk satışlarını yaptıktan sonra, tepelerde ve ormanlık alanlarda uzun bir tur atar, tüberküloz sanatoryumlarını dolaşır, dergilerini doktorlara ve hemşirelere, beyaz tenli, tıraşsız, hassas yüzlü Yahudilere, ciğerlerini çürük bir kaba tüküren incecik adamlara, hafif hafif öksüren ama sandalyelerinde kendisine gülümseyerek oturan güzel genç kadınlara, kolayca ve hızla satardı.
Kadınlar dergilerini alırlarken, sıcak, yumuşak elleri hafifçe onun ellerine değerdi.
Bir keresinde, tepelerdeki bir sanatoryumda, iki genç New Yorklu Yahudi, onu odalarına götürmüş, kapıyı kapatmış ve ona saldırmışlardı. Yatağın üzerine yuvarlayarak biri cebinden bir çakı çıkarmış ve onu hadım edeceğini söylemişti. Yıllar sonra düşündüğünde, bu iki adamın tepelerden, kasabanın tekdüzeliğinden, ölümcül tedavi rejiminden sıkılmış olduklarını ve günler öncesinden bu küçük korku oyununun heyecanıyla yaşadıklarını fark etmişti.
Ancak Eugene’ın tepkisi beklediklerinden çok daha şiddetli olmuştu: Korkudan deliye dönmüş, çığlık atmış ve çılgınca dövüşmeye başlamıştı. Onlar kediler kadar güçsüzdü, Eugene ise onların ellerinden ve yataktan kurtulan, kapana kısılmış bir kaplan gibi tırmalıyor, vuruyor, tekmeliyor, kör bir öfkeyle saldırıyordu. Sonunda bir hemşire kapıyı açıp onu dışarı çıkardı. Eugene güneş ışığına doğru ilerlerken, iki veremli genç adam, odalarında korkuyla ve tükenmiş bir hâlde kalakaldılar. Eugene’ın midesi korkudan ve yumruklarının o hasta, neredeyse cüzzamlı bedenlere çarpmasının iğrenç etkisinden bulanmıştı.
Ama ceplerindeki küçük bozukluklar, nikeller, dimeler, çeyrekler, tatlı bir tınıyla şıngırdıyordu. Yorgunluktan bitkin düşmüş, bacakları ağırlaşmış hâlde, parlayan bir çeşmenin önünde durmuş, yanaklarını buz gibi bir içeceğe gömmüştü. Bazen vicdan azabına yenik düşerek, o yorucu sokaklardan bir saat çalar ve kütüphaneye kaçar, kendini büyülü bir unutkanlığa bırakırdı. Ancak genellikle, onu her zaman gözetleyen, enerjisi hiç bitmeyen abisi Luke tarafından yakalanır, çalışmaya geri dönmesi için azarlanır ve zorla sokaklara sürülürdü.
"Uyan! Burası Peri Masalı Ülkesi değil! Müşterilerin peşinden koş!"
Eugene’ın yüzü ona maske olamıyordu, zihnine düşen her taş, ruhundaki her duygu, o koyu renkli suya atılan bir çakıl taşı gibi halka halka yayılıyordu. İçinde duyduğu utanç ve yaptığı işten duyduğu tiksinti ne kadar saklamaya çalışsa da gözlerinden okunuyordu. Onu "kibirli olmakla" suçladılar, "işten korktuğunu" söylediler, "büyük yürekli ailesinin ona sunduğu onca nimetleri" hatırlattılar.
Sonunda, çaresizce Ben’e döndü.
Bazen Ben, kasabanın sokaklarında uzun adımlarla yürürken onu görür, yüzü güneşten kızarmış, toz içinde, sırtında ağır çuvalıyla, yorgun ve perişan hâlde bulurdu. Kaşlarını çatıp, onun bu dağınık hâlini azarladıktan sonra, sessizce bir lokantaya götürür, ona güzel bir yemek ısmarlardı, bol köpüklü süt, sıcak sıcak tüten böbrek fasulyesi ve kalın dilimlenmiş elmalı turta.
Hem Ben hem de Eugene doğaları gereği aristokratlardı. Eugene, toplumsal statüsünü, daha doğrusu eksikliğini, yeni yeni hissetmeye başlamıştı; Ben ise bunu yıllardır hissediyordu. Bu his, en temelde, zarif ve güzel kadınların arkadaşlığını istemeye indirgenebilirdi belki de. Ama ne biri ne de diğeri bunu itiraf edebilirdi; Eugene, toplumsal bir dışlanmadan veya sınıfsal aşağılanmanın acısından etkilenebileceğini bile kendine itiraf edemiyordu. Zarif insanların arkadaşlığının, Tarkintonlar ve onların kaba saba kızlarından daha cazip olduğu fikri, aile içinde "sahte ve aristokratik kibir" olarak görülür ve gürültülü bir alayla karşılanırdı. Ona hemen "Bay Vanderbilt" yahut "Galler Prensi" lakapları takılırdı.
Ben ise bu sahte demokratik söylemlerden ne korkuyordu ne de kandırılmaya razıydı. Onları sert ve keskin bir açıklıkla görüyordu. Erdemli öğütlerine yumuşak, alaycı bir kahkahayla ve başını hafifçe yukarı ve yana eğerek, görünmez yoldaşına, o karanlık, alaycı meleğine hitap ederek karşılık verirdi: "Tanrım, şuna bak! Bunu duyuyor musun?"
Gözlerinin çatık ve sessiz derinliklerinde, onları hem korkutan hem de rahatsız eden bir şey vardı; ayrıca, ailenin en çok değer verdiği özgürlüğü, ekonomik bağımsızlığı elde etmişti. Bu yüzden düşündüğünü olduğu gibi söylüyor, onların sözde ahlaki azarlamalarına sert ama sessiz bir küçümsemeyle karşılık veriyordu.
Bir gün, sigara kokusuna bulanmış hâlde şöminenin önünde duruyordu. Karşısında, üstü başı kir içinde, saçları darmadağınık olan Eugene, sırtına ağır çantasını asmış, sokağa çıkmaya hazırlanıyordu.
"Gel buraya, küçük serseri," dedi Ben. "Ellerini en son ne zaman yıkadın?"
Kaşlarını sertçe çatarak, âniden onu dövecekmiş gibi bir hareket yaptı ama son anda vazgeçti. Bunun yerine, sert ama narin elleriyle Eugene’ın kravatını düzeltti.
"Tanrı aşkına, anne," diye patladı sonunda Eliza’ya dönerek, "Bu çocuğa hiç mi temiz bir gömlek vermiyorsun? Ayda bir tane giyse bari."
"Ne demek istiyorsun? Ne demek istiyorsun?" dedi Eliza elindeki çorapları yamadığı sırada, başını kaldırıp esprili bir şekilde konuşarak. "Ona geçen salı verdim bunu."
"Seni küçük serseri!" diye hırladı Ben, Eugene’a bakarken gözlerinde sert bir acı vardı. Sonra, tekrar Eliza’ya döndü:
"Anne, Tanrı aşkına, neden şu çocuğu bir berbere götürüp, şu bitli saçlarını kestirmiyorsun? Eğer parayı harcamak istemiyorsan, yemin ederim ben ödeyeceğim!"
Eliza dudaklarını öfkeyle büzdü ve dikiş dikmeye devam etti. Eugene ona sessizce, minnettarlıkla baktı. Eugene gittikten sonra, bir süre durgun bir şekilde sigarasını içti Ben, kokulu dumanı, ince ciğerlerine uzun yudumlarla çekti. Eliza, oğlunun söylediklerini kafasında döndürerek, incinmiş bir şekilde çalışmaya devam etti.
"Anne, çocuğa ne yapmaya çalışıyorsun?" dedi Ben, sert ama sakin bir sesle, uzun bir sessizliğin ardından. "Onu bir serseriye mi çevirmek istiyorsun?"
"Ne demek istiyorsun? Ne demek istiyorsun?"
"Onu, kasabanın küçük serserisiyle birlikte sokaklara göndermenin doğru olduğunu mu düşünüyorsun?"
"Neden bahsettiğini bilmiyorum, oğlum," dedi Eliza, sabırsızca. "Bir çocuğun birazcık dürüst iş yapması ayıp değildir, kimse de öyle düşünmez."
Ben, görünmez meleğine dönerek homurdandı:
"Tanrım, şuna bak! Duyuyor musun?"
Eliza, bir süre konuşmadan dudaklarını sıktı. Sonunda, sessizliğini ağır bir tonla bozdu:
"Kibir, insanı uçuruma götürür."
"Bizim için pek bir şey değişmiyor," dedi Ben, "Zaten düşecek daha derin bir yerimiz yok."
"Ben kendimi kimseden aşağı görmem," dedi Eliza, ağırbaşlı bir tavırla. "Başım dik yürürüm."
"Tanrım," dedi Ben, meleğine bakarak, "Sen kimseyle görüşmüyorsun ki. O çok değerli kardeşlerin veya onların hanımları seni ziyarete mi geliyor?"
Bu doğruydu ve sözler Eliza’ya dokundu. Dudaklarını sıktı, ama sessiz kaldı.
"Hayır, anne," diye devam etti Ben, kısa bir duraksamanın ardından. "Sen de Babam da, biz ne yaparsak yapalım hiç umursamadınız, yeter ki birkaç kuruş tasarruf edebileceğinizi düşünmeye fırsatınız olsun."
"Ne dediğini bilmiyorum, oğlum," diye yanıtladı Eliza. "Sanki bizi zengin insanlar sanıyorsun. Dilenciler, seçeneksizlerdir."
"Tanrım," dedi Ben, acı bir kahkaha atarak. "Siz ikiniz, aç biilaç gibi davranmayı seviyorsunuz ama çorabınızın içinde bir tomar para var."
"Ne demek istiyorsun sen?" dedi Eliza öfkeyle.
"Hayır," dedi Ben, her zamanki olumsuz başlangıcını yaparak, uzun ve kasvetli bir sessizlikten sonra. "Bu kasabada bizden beşte bir paraya sahip olup, ondan iki kat fazla şey çıkaran insanlar var. Biz hiçbir zaman bir şey elde edemedik, ama en azından küçük çocuğunun, bir serseriye dönüşmesini görmek istemiyorum."
Uzun bir sessizlik oldu. Eliza, sık sık dudaklarını büzerek, öfkeyle dikiş dikmeye devam etti; sessizlik ile gözyaşları arasında gidip geliyordu.
Uzun sessizliğin ardından, dudakları titreyerek, içinde derin bir kırgınlıkla beslenen, acı bir gülümsemeyle konuşmaya başladı Eliza: "Bunca yıl yaşayıp da kendi oğlumdan böyle sözler duyacağımı hiç düşünmezdim."
Sonra sesi karanlık bir imayla alçaldı: "Dikkat etsen iyi olur, çünkü hesap günü yaklaşıyor. Yaşadığın sürece, yaşadığın sürece unutma! Üç katıyla ödeyeceksin bu…"
Sesi neredeyse fısıltıya dönüştü, gözyaşları içinde ekledi: "Bu doğaya aykırı… Doğaya aykırı davranışlarının bedelini…"
Ağlamaya başlamıştı.
Ben, sivri, solgun ve yorgun yüzünü yukarı kaldırdı, görünmez meleğine hitap ederek sertçe söylendi:
"Ah, Tanrım! Şunu duyuyor musun?"